Sosyal Hizmet Mesleği

Sosyal Hizmet Alanları

Sosyal Kaynak
Bilgiler

     




 

Söyleşilerimiz,sitemiz adına  editörümüz ve yazarımız    Aziz ŞEKER    tarafından gerçekleştirilmiştir.




 “yaşanabilir kamusal alanın tasarımında yürekli edebiyatçıların yükümlülüğü var. ”
Aziz Şeker ile söyleşi / Emre Özcan

 

 

 
Savaşların ortasında bu denli acılarla ve sömürüyle karşı karşıya kalacağımız hiçbir zaman yüksek sesle dile getirilmemişti. Üstümüze serilen neoliberalizm örtüsünü kaldıracak, Negri’den hareketle ifade edersek “ortak özgürlüğün zamanı”nı inşa edecek güce dair misyonu edebiyatın ontolojisinde aramak belki de şaşırtıcı gelecektir; ancak edebiyatın böylesi bir işlevi olduğunu görmezden gelemeyiz. Hem eşitsizliği, adaletsizliği ve topyekûn sömürü biçimlerini açığa çıkartacak hem de yaşanabilir kamusal alan tahayyülünü kurucu bir yerden vurgulayabilecek sosyo-politik işlevden söz ediyoruz. Bu noktada, yani Türkiye’deki edebiyatçıların bu işleve dair sorumluluk almaktan kaçındığı bir tabloda aklımıza ulu çınar Yaşar Kemal, daha doğrusu Yaşar Kemal edebiyatı gelmekte. Bu doğrultuda da tartışmayı ‘Bir Anadolu Ozanı: Yaşar Kemal’ eserinin ardından geçen yıl, Yaşar Kemal ile uzun görüşmelerle yapılandırdığı ‘Homerostan Binboğalara Yaşar Kemal‘ kitabıyla tanıdığımız yazar Aziz Şeker ile paylaşmak istedik.

“YAŞAR KEMAL, YERYÜZÜNDE ÖZGÜL AĞIRLIĞI HİSSEDİLEN BİR YAZAR”


Türkiye’de son dönem edebiyatçılarının, neoliberalizm çatısında 21. yüzyılın toplumsal/siyasal ilişkiler alanındaki eşitsizlikçi dönüşümlerini çözümlemedeki konumlanışını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Küresel eşitsizliğin kol gezdiği milyarlarca insan toplumları içinde Türkiye çok-kültürlü ve post-etnik bir laik cumhuriyet toplumu olarak belirmektedir. Fakat bilinen ve kavranan bir gerçeklik olarak darbeler, en yakınından 12 Eylül anayasasıyla bir kuşak yaşamı acımasızca telef edebiliyor. Gelişmiş toplumlarda artık bilginin üretimi ve kullanımı üzerine bile bakış açıları değişebiliyorken çoğu zaman inkâr etmekten çekinmediğimiz çok kültürlü olmanın kabul edilmiş doğasını sosyal dışlanma, ayrımcılık, sosyo-ekonomik yoksunluk kategorileri içinde eritemeyiz, görmezden de gelemeyiz.

Dinamikleri farklı olgular, yalnızca toplumla çalışmanın doğasında değil, evrensel statüsünde değişimler vuku bulan bilimde de kabul görüyor. Edebiyatçının söylemleri ve pratiği olan yapıtlarında bu anlamdaki temaların işlenişiyle belli bir yoğunlukta karşılaşamıyoruz. Edebiyat bir sorumluluk almaktan kaçınıyor, ancak “ayna olma” ya da “yansıtma” rolü egemen olanın nefretini çekme üzerine kurulu olsa da yer yer güçlü kalemler çıkarabiliyor tarihsel coğrafyalar. En yakınımızdan bir örnek Yaşar Kemal’dir. Onun yapıtlarında kültürlerin insancıl işlenişi bizlere sosyolojik bir malzeme sunmakla kalmıyor, sosyal politika ile ilgilenenler için düşünsel eylemlerine katkı verebiliyor. Düş, sevgi, umut mu arıyorsun, insan olduğunu mu duyumsamak istiyorsun, savaşa karşı mısın Yaşar Kemal oku… Yaşar Kemal edebiyatı psikososyal bir zenginlik veriyor ve aynı zamanda güvenilir bir barış limanı, başlı başına diyalektik bir aşk telâşı;
Homeros’un Özoğlunun yazdıklarında…

Yaşar Kemal üzerine birçok çalışmanız olduğunu biliyoruz. ‘Bir Anadolu Ozanı’, ‘Homerostan Binboğalara Yaşar Kemal’ kitapları ve yayınlanmış birçok yazı… Hatta Doğan Hızlan Hürriyet’te yaptığı değerlendirmesinde, “Edebiyatımızın dev ismini bütün yönleriyle tanımak isteyenler için önemli bir kitap,” demişti ‘Homerostan Binboğalara Yaşar Kemal’ çalışmanız için.

Yaşar Kemal yeryüzünde özgül ağırlığı hissedilen bir yazardır. Mitolojide yer etmiş isimlerden farkı yok. Güçlü ve evrensel bir soluğu var. Gerçeği taşıyan bir aydın. Anıtsallaşan bir isim. Dünyaya böyle insanlar çok az gelirler. Kendi koşullarını aşıp yazdıklarıyla dünyanın vicdanı olmuş insanları sayın derseniz, kaç kişi sayılabilir ki? Yaşar Kemal’in kendi ülkesinde yaşanan sosyal-siyasal sorunların çözümündeki aktif rolü unutulmamalıdır. Bedel ödemiş bir insandır. Ayrıca insanları birleştirici özgünlüğü var.
“Truvalı ozan” Yaşar Kemal, yalnızca Türkiye edebiyatına-romanına atlattığı çağ ile değil, dünyada gelmiş olduğu nokta açısından da üzerinde önemle ve ısrarla durulması gereken evrensel bir yazardır. Röportajlarında, romanlarında, öykülerinde, şiirlerinde toplumsal sorunlara duyarlı, ülke gerçeklerini kökünden tutan konuları işlemektedir. Sevgili Doğan Hızlan’ın değerlendirmesi ise çok önemli. Bu kitap bir Yaşar Kemal sosyolojisine dikkat çekiyor.


Ağır bedeller ödemiş bir yazar Yaşar Kemal..

 

Kesinlikle. Özellikle Türkiye İşçi Partisi yıllarında fazlasıyla hem de! Peki, ülkesinde ve dünyada bu kadar popüler olan ve popüler kültür endüstrisinin çoğu zaman yararlandığı bu yazar kendisi için ne söylüyordu?

Popüler bir halk öyküsüne dayandırarak anlattığı gerçeklikte ironik bir bilgi veriyordu: “Doğu Anadolu’da koyun sürülerine, koyun damlarına kışın acıkan kurtlar girer, koyunlara saldırırlar, bir koyunu alıp götürmezler, bütün bir sürüyü ısırırlar, yaralarlar, parçalarlar, kaçarlar. Kurdun dişlerince yaralanmış koyunlar iflah olmaz, ölürlermiş eninde sonunda. İşte böyle köye kurt girdiğinin sabahı köylüler atlanırlar, kurtların ardına düşerlermiş. Kurdu kurtları yakalayınca fiske bile vurmazlar, sağlam bir zincirle, kopmaz kirişle kurtların boğazına birer zil takar onları bırakırlarmış. Kurtlar kurda kuşa, hiç bir canlıya, koyuna keçiye, eşeğe, danaya, hiç bir yaratığa yaklaşamazlar, açlarından ölürlermiş.

İşte Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri de bu kurt metodunu köylülerden öğrenmiş, her hoşuna gitmeyen insanın boynuna bir zil takıp bırakıyordu bozkıra. Ben sizi bilmem, benim gençliğimde boynumda hep zil oldu. Arkadaşlarımın da. İşte yazılacak roman budur. Ya korkumdan yazamadım, ya da korkumdan. ‘Zilli Kurt’ olma korkusu korkuların en belalısıdır.” Türkiye İşçi Partisi’nin gerek kurulduğu gerekse parlamentoda temsil edildiği yıllarda olsun, gönüldaşlarıyla, üyeleriyle Zilli Kurt olmaktan paylarına düşeni almışlardır.

“EDEBİYAT BU GİDİŞE EN RADİKAL TEPKİYİ VERMELİ”

Nasıl bir edebiyatın sözcüsü?

Fransız eleştirmenlerinin ifadesiyle, “Doğunun kapısına oturmuş düşlerin sultanı” belki de yurdunda, resmi ideolojinin yetiştirdiği okur kitlesi dahil olmak üzere kapsamlı bir kabul görmüş, yazdıklarından dolayı egemen güçlerce başı ağrıtılmış ender romancılarımızdan birisidir. Çünkü O, savaşın karşısında, barışın yanında Mezopotamya halklarının ozanıdır.
Bir Yaşar Kemal edebiyatı vardır. Türkiye de olsun dünya da olsun, onun özgün bir edebiyatı vardır. Özgürlüğün edebiyatı! Yaşar Kemal’in, gerçek sanatçılarda olan halklardan ve gerçeklerden yana savaşçı tutumu, evrensel değerlere bağlılığı ve bu değerleri yaratmadaki kurucu olma niteliği, onu yüzyılın bilgelerinden biri yapmaya yetmektedir. Kolay mı bir ömür değer yaratmak?

Peki, kapitalizmin yeni evresinde gözlemlediğiniz, edebiyatçıların sosyal-siyasal sorunlara temas etme noktasında sorumluluk almaktan kaçtığı yönünde mi?

Edebiyat yoksul olmama hakkını öğretmeli okuyucusuna. Eşitsizliklere, insan yüzlü değerlerin yaşanabilirliğine kapı aralamalı. Kültürel alt grupların üstünü neyle örtersen ört, İstanbul gettosundaki kadınla, Artvin’in bir dağ köyündeki kadının, Batman’ın kenar mahallesinde yaşama tutunma mücadelesi veren bir kadının kültürel değerlerini de görmen gerekir. Bir de yoksullukla kültür yan yana gelince… Habis hastalık ahlâkın ölmesidir. Kim tınlar yoksulları? Finans kapitalin âdem babaları mı? Arap-İslâm ülkelerinin petrol yöneticileri mi? Demokratik kültürüyle övünen Batı mı? Batı doğal olarak yalnızca kendi halkları için demokrat ve koruyucu, yoksa iş ticaret olunca kendi aşiretiyle gönenen kimi gerici Ortadoğu liderleriyle kol kola halay çekerler miydi? Ortadoğu eşittir terör algısı oturtuldu. Ama enerji politikaları tam hız… Kehânet bulutları geze dursun, Ortadoğu Arap toplumlarında “umut” ve “yaşam” yok!

 Siyaset kadınlara ne vaat ediyor? Sosyal eşitsizliği giderme noktasında asgari ücretliye, emekliye, sosyal yardımla geçinenlere, bulabilirse bir gündeliğe çalışabilene ne vaat ediyor? Yoksullara, etnik alt kültürlere? Dışlanmışlara, açlıkla kuşatılmış sosyal depremzedelere ne veriyor? Cevabı basit ve yalın: hiçbir şey, kader ve bölüşümü sorgulamama… Sistemin başarısı piyasada “performativite” üzerine kurulu artık…

   Üstelik dalga geçiyor. Dünyaya çıkalım bir an, demokrasiyi ölümü uğruna savunan Şilili bir Pir Sultan vardı; Salvador Allende. İyi yüzlü bir toplum kurmaya yeltenmişti, demokrasiyi son kurşununa kadar savunurken kalleşçe öldürüldü, arkasından Augusto Pinochet kan donduran uygulamalarıyla bir acımasızlığa kurban etmekten tereddüt bile etmedi toplumunu. Yine yakın yıllarda Bosna’da 200 bin kadın öldürüldü! Ölüm, yoksullukla ve şiddetle birlikte küresel olarak üretilip sunuluyor. Bağdat’a, Şam’a demokrasi değil, çok çok ölüm geldi. Edebiyat bu gidişe elbette en radikal tepkiyi vermelidir. Buna zorunludur da!

Bakın Yaşar Kemal mübadeleyi anlatmıştır, tüm sosyal sonuçlarıyla nasıl bir yıkım olduğunu açığa çıkararak. Bir Ada Hikâyesi nehir romanlarında. Yürek taşıyorsanız yangın yerine dönüyor…

‘Binboğalar Efsanesi’ni okuyun, romancılıkta üst aşamadır, konu örgüsünde Türkmenlerin-Yörüklerin yaşadıkları içinizi altüst eder. Sosyal eşkiya var İnce Memed ve Çakırcalı Efe’de. ‘Dağın Öte Yüzü’ üçlemesinde yeri demir göğü bakır yapan bir yoksulluk var; kadın yoksulluğu da! ‘Akçasazın Ağaları’ derebeylik kalıntılarının zulmü üzerinedir. Kan davası, aşk, efsaneler, kuşlar, jandarma dayağı, çocuklar, denizler, göç, kilimler, halkların yaşamı, kirlenen doğa daha çok şey var romanlarında.

“CEHENNEM BU DÜNYADIR, EDEBİYATIN ROLÜ BU CEHENNEMİ İŞLEMEKTİR”


Edebiyatın kamusal alanın yeniden tasarımı noktasındaki sosyo-politik işlevinde, umudu beslemekle cehenneme dönmüş bu dünyayı açığa çıkarmak arasındaki gel-gitlerden söz edebilir miyiz?

Cehennem bu dünyadır. Edebiyatın bir rolü bu cehennemi işlemektir. Tabii bunun yanında aşkı da umudu da! Bir tuşla binlerce insanı katleden Azrail bu dünyanın topraklarında boy verdi. Her ulusta, her halkta bu kan içici zalim azraillerden var. Var ki var! Bu nedenle etik yetersizlikle örülü bir dünya, ama her mahallenin de en azından bir vicdanlısı var. Ahlâksızlığın çayında dem tutan çoğunluk bile olsa bir asil ruh var; Hallac-ı Mansur gibi… Örneğin Amasya ile ilgili yaptığı nesnel bir haberle iktidarın öfkesini çeken gazeteci Mehmet Menekşe’nin başına gelenleri okuyanlar biliyor, çünkü içinde bulunduğumuz günlerde yanı başımızda yaşandı.

Göçmenler, refah toplumlarının en alt merdivenlerinin bodrumlarına yerleşmeye razılar ki ölümü göze alıp denizlere açılıyorlar. Kaçakçılar, ailelerinin sofrasına aş getirmek için parçalanmış bedenleriyle acıya acı ekmeye istekli olmasalar da o göçmenlerden bir farkları yok ki yok!

Gerçekliğin sarsıcı ve sağaltıcı bir işlevi vardır. Bu işlevde bir daralma var. Kördüğüm hali. Bu noktaya potansiyel olarak geleceğimiz yapısal olarak dünden belliydi. Bu değişme bir günde olmadı. Dünya da bir gün’lük değildi ki! Bu işlev kaybı ile birlikte kaygı, güvensizlik ve belirsizlik transferi suçlu arar gibi hükmünü yerine getirmekte gecikmedi. Bu üç unsur Türkiye’de kamusal alanı doğru okumanın da anahtarlarını irileşmiş gövdelerinde tutuyorlar. Bu bulmacayı çözünce Türkiye toplumunun tarihi üzerine daha rasyonel akıl yürüteceğimizden kimse şüphe etmesin. Kaygı, güvensizlik ve belirsizlik siyasetin de karabasan gibi çökmesiyle kültürel kişiliğe yerleşti.

“TOPLUMSAL DENEYİM ORTAK GELİŞME KÜLTÜRÜ OLUŞTURMAKTAN ÇOK UZAK”


Şişirilmiş balonlar gibi kültürel hayatlar. Yarış atından hızlı parmaklarla basılan cep telefonları, bilişimselleşmiş ilişkiler, elektro yürekler, zorbalara duyulan aşk ve düşün küllenmesi, dişiliğin ve erilliğin kaydığı kimlikler, soytarılar, aldatılmış gülüşler, istiflenmiş arzular, finans kapitalin gecelik seks şövalyeleri, paranın uçurduğu tipler, düşkünler, borsa çığırtkanları, yüzsüzler, çağına ışık tutan yalnız dervişler, enayiler, kalpazanlar, bağımlılar, çağını arayanlar, hırsızlar, sahtekâr kullar, dünyanın başına kirli çoraplarını geçirenler, beleşçiler, sanatçılar, para babaları, sosyal eşkıyalar yani ne ararsan var bu bohçada. Eyvah ki eyvah! Beyazın da bir rengi vardı, tartışılmayan.

Türkiye toplumunun sosyal karakterinde tanımlanabilir negatif bir özellik peyda oldu. Bir boşluk bir uçurum kıyısına tutunma hissi, artık fark edilebiliyor. Toplumsal dışlanma hat safhadayken, yoksul ve işsiz topluluklar için düş kurma özgürlüğü kendisini eşitsizlikleri gündelik yaşamda görmezden gelebiliyor. İşsizliği ve yoksulluğu giderme üzerine sosyal politikayı kamusal alan üzerinde yapılandırmaya çalışanlar bile yer yer suçlanabiliyor. Biz ahvâlimize razıyız, siz konuşunca sofraya gelen bir tas çorbanın gitmesinden korkuyoruz, diye. İyileşme korkusu gibi bir şey var tene yerleşmiş güdük ruhta.

Toplumsal deneyim ortak bir umut ve gelişme kültürü oluşturmaktan çok uzak. Biraz şükür biraz boş vermişlik biraz da toplumsal ilişkilere yön verme yetisinin yitmesinde bulabiliriz çözümlemenin dinamiğini. Kamusal alanın yeniden inşasını etik değerler üzerine konumlandırmak tarihsel ve düşünsel bir zorunluluk olarak kapıda bekliyor. Anlatılan bir masal değil, dibe vurmuş bir hastalık türünü görmekle ilintilidir. Edebiyat diyor ki gelin biraz daha somutlaştıralım uçup duran sözcüklerin ahengiyle giden dünyanın sorunlarını…

“SİYASETİN ÖLDÜRDÜĞÜ İNSANI EDEBİYAT DİRİLTİYOR”


Türkiye edebiyatında yaşanabilir kamusal alan tahayyülü ortaya konulurken bunun kurucu bir misyon üzerinden inşa edilmiş olması gerekmez mi?

Yaşanabilir kamusal alanın tasarımında yürekli edebiyatçıların yükümlülüğü var, yapıtlarının etkisi de bu yöndedir.

Dolap beygiri örneği dönüp duran bir hikâye de olsa ahlaki kaygıyı aşma tutkusu, biricik yenilenme arzusuyla gelmeli. Alışılmış ve tanıdık bir masal değil bu kavganın yolu. Yaşayanlar için bir günlük olan dünya çocuklar için bakir bir gelecektir. Ahlâki kaygının yerleşik hâl alması bilincin değişimini getirmelidir. Değişim ve refah için.
Toplumun yeterli esenlik durumunun ilerlemesi gaddar riyakârların, adil olmayanların, tiranların işi değil; aksine ahlaki kaygıyı günlük dilin öznesi yapanlarındır. Burnumuzun dibindeki Ortadoğu bir örnektir, yöneticilerinin halklarını nasıl katlettiklerine. Ölüm, elektronik ağdaki ortalama bir oyun gibi yaşanıyor. Bunların elinde eşitlik ve özgürlük de düpedüz bir yalan hikâye, kendisini tekrarlayan bir yalandan ibaret. Yalan yalan yalan işte… Edebiyatın önünde bu yalanı ortaya çıkarma ve doğruyu aktarma işlevi var.
Bu işlevi Yaşar Kemal hakkıyla yerine getiriyor.

Toplumun etik onarımına dair neler söyleyebilirsiniz?


Tablet insanlığı her bulvarda. Etik erozyon yaşıyoruz. İnsanlar sanal ırmaklarda hareketli. Sosyal medyada kimlik üstüne kimlik koyan insanlar kimi tedirgin edebilir ki? Küresel korsanları mı? Ancak olsalar olsalar küre-yerelleşmenin (glocalization) topluluklarına internet sanallığını taşıyacaklardır. Bir tuşla kapanan bilgisayarın önünde bir anda depresif ve kaybetmiş bir insanlık hazır mutsuzlukta bekliyor.

Akıllı telefonları da dahil buna… Sonra elleri kolları bağlanıyor, ebeveyn arama ve ağlama duvarı bulma telaşına düşüyorlar. Düş yok, aşk metalaştırıldıkça bir acayip duygu oluyor, patolojik bir serüvensizliğe dönüşüyor, kırıcı mı kırıcı, maddeleştirmeyle biçim buluyor. Gidişi yüreği sızlatıyor mu bu tarafta pek sanılmıyor. Bireylerin çok fazla elde etmeye endeksli amacı günlerin penceresine tünüyor. Kısa yoldan bulundukları merdivenleri görmeden tüketim endüstrisinin “en iyi”, “en yüksek”, “herkesin arzusunun doruk yaptığı” yerlerde mevzi kazanmak bir yana büyülü bir hava kazanma telaşındalar. Nefret bataklığında değer çiçek açmaz. Mutlu olmayı başaramamışlılık ve artan zenginliğin kıyısında yuvarlanıp gelen suç artışı…

Tüketim toplumun rahlesinde acı yok, beklemek zaman kaybı, benliğin iflası ve kimlik edinme telaşı yaşamın açmazları içinde büyüyor. Endişe yarıp geçiyor bilinci. Aşağılıyor sevgisiz bırakılmış vicdanı. Sorumsuzluk toplumu, çevreye, insanlığa… Toplumu kurtarmak bireyin bahçesinde bir oksimoron avazesine dönüşüyor. Etik benlikleri sahte bir tevazu, davranışları yer yer ahlakçı bir edim.

‘EDEBİYATLA ARMAĞAN EDİLEN İNSAN OLMA HAKKI ONURU’

Mevzi kazanılmıyor ki en yakınındaki insanlara karşı öfkeyle bileniyorlar. Şansızlıklarını fark ettikçe kavgacılar. Yenilenmek bir yana ikiyüzlülükleri üzerinden umutsuzluğa harç taşıyorlar. Çürük ve kokan bir çöplüğün ıskartaya çıkmış simülatif tipleri bolcalar. Toplum bu özneleşemeyen tipler nedeniyle yok. Bir bankalara borçlular ki nasıl bir hasar açtıklarını bilemiyorlar gelecekle ilgili olarak.

Üniversitelere uğrayın, piyasanın söylemlerini fiiliyata geçirmek dışında bir seçenekleri yok. Bu açıdan kazanılmış bölgeler. Bu nedenle genç kuşak geldiği merdivenden bir avuç dışında yerinde sayacak. Hayal kırıklığı garnizonları olarak her şehirde büyüyen üniversiteler…

Dayanışma ve sosyal reformla dalga geçen kafeterya gençliği. Tüketici toplulukları, topluma kaybettiği düşü anlatamazlar. Demokrasi ancak tüm topluma yayıldığında, tüm toplumu esen kıldığında mutluluk getirir, bireysel özgürlük ve öznel refah çıkışları demokrasinin özüyle örtüşmez. İş ve hayat beğenmemek de bir sosyal hastalık olarak anlam buluyor günümüzde. Güven demokrasinin hamurudur. Yalan demokrasiyi kör eder. Mucize beklemeyin, bu dünyaya saygısızlık edersiniz, moderniteye de süren yaşama da! Ahlakını kaybeden dünyanın bu giden insancıl duygu yitimini edebiyat onarabilir. Yani bir Yaşar Kemal edebiyatı gibi… Siyasetin öldürdüğü insanı edebiyat diriltiyor.

Son söz ya da öngörünüz?


Bilinen şeylerin doğruların altını yeniden çizelim. Kamusal alanın yeniden tasarımı, sosyal yeterlilik ve haklar açısından edebiyata önemli görev düştüğünü biliyoruz. Sosyal güvenlik hakkı, eşitsizlikten nasiplenmeme hakkı, korkmama, kaygılanmama hakkı, en dipte kalmama hakkı, özgürlük hakkı, sömürülmeme hakkı, göçmen ve mülteci olmama hakkı, dayanışma hakkı, evrensel ahlakı yaşama ve yaşatma hakkı, yoksul olmama hakkı, evrensel adalet hakkı, refah hakkı, dışlanmama hakkı, umut hakkı, ama her şeyden öte insan olma hakkı…

Edebiyat insan olma hakkı söz konusu olduğunda daha bir bileniyor…

İşte ölümsüz Yaşar Kemal, insan olma hakkı onurunu edebiyatla bize armağan etti
.

 




 




Yasal Uyarı , Gizlilik Beyanı ve Künye  

 
 sosyalhizmetuzmani.org © Bütün hakları saklıdır.