Söyleşilerimiz,sitemiz adına editörümüz ve yazarımız Aziz ŞEKER tarafından gerçekleştirilmiştir. |
|
|
|
“yaşanabilir kamusal alanın
tasarımında yürekli edebiyatçıların yükümlülüğü var.
”
|
||||
Dinamikleri farklı olgular, yalnızca toplumla çalışmanın doğasında değil,
evrensel statüsünde değişimler vuku bulan bilimde de kabul görüyor.
Edebiyatçının söylemleri ve pratiği olan yapıtlarında bu anlamdaki temaların
işlenişiyle belli bir yoğunlukta karşılaşamıyoruz. Edebiyat bir sorumluluk
almaktan kaçınıyor, ancak “ayna olma” ya da “yansıtma” rolü egemen olanın
nefretini çekme üzerine kurulu olsa da yer yer güçlü kalemler çıkarabiliyor
tarihsel coğrafyalar. En yakınımızdan bir örnek Yaşar Kemal’dir. Onun
yapıtlarında kültürlerin insancıl işlenişi bizlere sosyolojik bir malzeme
sunmakla kalmıyor, sosyal politika ile ilgilenenler için düşünsel
eylemlerine katkı verebiliyor. Düş, sevgi, umut mu arıyorsun, insan olduğunu
mu duyumsamak istiyorsun, savaşa karşı mısın Yaşar Kemal oku… Yaşar Kemal
edebiyatı psikososyal bir zenginlik veriyor ve aynı zamanda güvenilir bir
barış limanı, başlı başına diyalektik bir aşk telâşı;
Kesinlikle. Özellikle Türkiye İşçi Partisi yıllarında fazlasıyla hem de! Peki, ülkesinde ve dünyada bu kadar popüler olan ve popüler kültür endüstrisinin çoğu zaman yararlandığı bu yazar kendisi için ne söylüyordu? Popüler bir halk öyküsüne dayandırarak anlattığı gerçeklikte ironik bir bilgi veriyordu: “Doğu Anadolu’da koyun sürülerine, koyun damlarına kışın acıkan kurtlar girer, koyunlara saldırırlar, bir koyunu alıp götürmezler, bütün bir sürüyü ısırırlar, yaralarlar, parçalarlar, kaçarlar. Kurdun dişlerince yaralanmış koyunlar iflah olmaz, ölürlermiş eninde sonunda. İşte böyle köye kurt girdiğinin sabahı köylüler atlanırlar, kurtların ardına düşerlermiş. Kurdu kurtları yakalayınca fiske bile vurmazlar, sağlam bir zincirle, kopmaz kirişle kurtların boğazına birer zil takar onları bırakırlarmış. Kurtlar kurda kuşa, hiç bir canlıya, koyuna keçiye, eşeğe, danaya, hiç bir yaratığa yaklaşamazlar, açlarından ölürlermiş. İşte Türkiye
Cumhuriyeti hükümetleri de bu kurt metodunu köylülerden öğrenmiş, her hoşuna
gitmeyen insanın boynuna bir zil takıp bırakıyordu bozkıra. Ben sizi bilmem,
benim gençliğimde boynumda hep zil oldu. Arkadaşlarımın da. İşte yazılacak
roman budur. Ya korkumdan yazamadım, ya da korkumdan. ‘Zilli Kurt’ olma
korkusu korkuların en belalısıdır.” Türkiye İşçi Partisi’nin gerek kurulduğu
gerekse parlamentoda temsil edildiği yıllarda olsun, gönüldaşlarıyla,
üyeleriyle Zilli Kurt olmaktan paylarına düşeni almışlardır.
Üstelik dalga geçiyor. Dünyaya çıkalım bir an, demokrasiyi ölümü uğruna savunan Şilili bir Pir Sultan vardı; Salvador Allende. İyi yüzlü bir toplum kurmaya yeltenmişti, demokrasiyi son kurşununa kadar savunurken kalleşçe öldürüldü, arkasından Augusto Pinochet kan donduran uygulamalarıyla bir acımasızlığa kurban etmekten tereddüt bile etmedi toplumunu. Yine yakın yıllarda Bosna’da 200 bin kadın öldürüldü! Ölüm, yoksullukla ve şiddetle birlikte küresel olarak üretilip sunuluyor. Bağdat’a, Şam’a demokrasi değil, çok çok ölüm geldi. Edebiyat bu gidişe elbette en radikal tepkiyi vermelidir. Buna zorunludur da! Bakın Yaşar Kemal mübadeleyi anlatmıştır, tüm sosyal sonuçlarıyla nasıl bir yıkım olduğunu açığa çıkararak. Bir Ada Hikâyesi nehir romanlarında. Yürek taşıyorsanız yangın yerine dönüyor… ‘Binboğalar Efsanesi’ni okuyun, romancılıkta üst aşamadır, konu örgüsünde
Türkmenlerin-Yörüklerin yaşadıkları içinizi altüst eder. Sosyal eşkiya var
İnce Memed ve Çakırcalı Efe’de. ‘Dağın Öte Yüzü’ üçlemesinde yeri demir göğü
bakır yapan bir yoksulluk var; kadın yoksulluğu da! ‘Akçasazın Ağaları’
derebeylik kalıntılarının zulmü üzerinedir. Kan davası, aşk, efsaneler,
kuşlar, jandarma dayağı, çocuklar, denizler, göç, kilimler, halkların
yaşamı, kirlenen doğa daha çok şey var romanlarında. Göçmenler, refah toplumlarının en alt merdivenlerinin bodrumlarına yerleşmeye razılar ki ölümü göze alıp denizlere açılıyorlar. Kaçakçılar, ailelerinin sofrasına aş getirmek için parçalanmış bedenleriyle acıya acı ekmeye istekli olmasalar da o göçmenlerden bir farkları yok ki yok! Gerçekliğin sarsıcı ve sağaltıcı bir işlevi vardır. Bu işlevde bir daralma
var. Kördüğüm hali. Bu noktaya potansiyel olarak geleceğimiz yapısal olarak
dünden belliydi. Bu değişme bir günde olmadı. Dünya da bir gün’lük değildi
ki! Bu işlev kaybı ile birlikte kaygı, güvensizlik ve belirsizlik transferi
suçlu arar gibi hükmünü yerine getirmekte gecikmedi. Bu üç unsur Türkiye’de
kamusal alanı doğru okumanın da anahtarlarını irileşmiş gövdelerinde
tutuyorlar. Bu bulmacayı çözünce Türkiye toplumunun tarihi üzerine daha
rasyonel akıl yürüteceğimizden kimse şüphe etmesin. Kaygı, güvensizlik ve
belirsizlik siyasetin de karabasan gibi çökmesiyle kültürel kişiliğe
yerleşti. Türkiye toplumunun sosyal karakterinde tanımlanabilir negatif bir özellik peyda oldu. Bir boşluk bir uçurum kıyısına tutunma hissi, artık fark edilebiliyor. Toplumsal dışlanma hat safhadayken, yoksul ve işsiz topluluklar için düş kurma özgürlüğü kendisini eşitsizlikleri gündelik yaşamda görmezden gelebiliyor. İşsizliği ve yoksulluğu giderme üzerine sosyal politikayı kamusal alan üzerinde yapılandırmaya çalışanlar bile yer yer suçlanabiliyor. Biz ahvâlimize razıyız, siz konuşunca sofraya gelen bir tas çorbanın gitmesinden korkuyoruz, diye. İyileşme korkusu gibi bir şey var tene yerleşmiş güdük ruhta. Toplumsal deneyim ortak bir umut ve gelişme
kültürü oluşturmaktan çok uzak. Biraz şükür biraz boş vermişlik biraz da
toplumsal ilişkilere yön verme yetisinin yitmesinde bulabiliriz çözümlemenin
dinamiğini. Kamusal alanın yeniden inşasını etik değerler üzerine
konumlandırmak tarihsel ve düşünsel bir zorunluluk olarak kapıda bekliyor.
Anlatılan bir masal değil, dibe vurmuş bir hastalık türünü görmekle
ilintilidir. Edebiyat diyor ki gelin biraz daha somutlaştıralım uçup duran
sözcüklerin ahengiyle giden dünyanın sorunlarını… Dolap beygiri örneği dönüp duran bir hikâye de olsa ahlaki kaygıyı aşma
tutkusu, biricik yenilenme arzusuyla gelmeli. Alışılmış ve tanıdık bir masal
değil bu kavganın yolu. Yaşayanlar için bir günlük olan dünya çocuklar için
bakir bir gelecektir. Ahlâki kaygının yerleşik hâl alması bilincin
değişimini getirmelidir. Değişim ve refah için. Akıllı telefonları da dahil buna… Sonra elleri kolları bağlanıyor, ebeveyn arama ve ağlama duvarı bulma telaşına düşüyorlar. Düş yok, aşk metalaştırıldıkça bir acayip duygu oluyor, patolojik bir serüvensizliğe dönüşüyor, kırıcı mı kırıcı, maddeleştirmeyle biçim buluyor. Gidişi yüreği sızlatıyor mu bu tarafta pek sanılmıyor. Bireylerin çok fazla elde etmeye endeksli amacı günlerin penceresine tünüyor. Kısa yoldan bulundukları merdivenleri görmeden tüketim endüstrisinin “en iyi”, “en yüksek”, “herkesin arzusunun doruk yaptığı” yerlerde mevzi kazanmak bir yana büyülü bir hava kazanma telaşındalar. Nefret bataklığında değer çiçek açmaz. Mutlu olmayı başaramamışlılık ve artan zenginliğin kıyısında yuvarlanıp gelen suç artışı… Tüketim toplumun
rahlesinde acı yok, beklemek zaman kaybı, benliğin iflası ve kimlik edinme
telaşı yaşamın açmazları içinde büyüyor. Endişe yarıp geçiyor bilinci.
Aşağılıyor sevgisiz bırakılmış vicdanı. Sorumsuzluk toplumu, çevreye,
insanlığa… Toplumu kurtarmak bireyin bahçesinde bir oksimoron avazesine
dönüşüyor. Etik benlikleri sahte bir tevazu, davranışları yer yer ahlakçı
bir edim. Üniversitelere uğrayın, piyasanın söylemlerini fiiliyata geçirmek dışında bir seçenekleri yok. Bu açıdan kazanılmış bölgeler. Bu nedenle genç kuşak geldiği merdivenden bir avuç dışında yerinde sayacak. Hayal kırıklığı garnizonları olarak her şehirde büyüyen üniversiteler… Dayanışma ve sosyal reformla dalga geçen kafeterya gençliği.
Tüketici toplulukları, topluma kaybettiği düşü anlatamazlar. Demokrasi ancak
tüm topluma yayıldığında, tüm toplumu esen kıldığında mutluluk getirir,
bireysel özgürlük ve öznel refah çıkışları demokrasinin özüyle örtüşmez. İş
ve hayat beğenmemek de bir sosyal hastalık olarak anlam buluyor günümüzde.
Güven demokrasinin hamurudur. Yalan demokrasiyi kör eder. Mucize beklemeyin,
bu dünyaya saygısızlık edersiniz, moderniteye de süren yaşama da! Ahlakını
kaybeden dünyanın bu giden insancıl duygu yitimini edebiyat onarabilir. Yani
bir Yaşar Kemal edebiyatı gibi… Siyasetin öldürdüğü insanı edebiyat
diriltiyor. Edebiyat insan olma hakkı söz konusu olduğunda daha bir bileniyor… |
|
|