Aziz ŞEKER: Bize kendinizi tanıtır mısınız?
Uluğ NUTKU: Kimilerinin filozof, kimilerinin felsefeci dediği birisiyim.
1968’de İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümünde göreve başladım. 22 yıl
sonra Çukurova Üniversitesi Eğitim Fakültesine geçtim. Felsefe Grubu Eğitimi
Bölümünün oluşumuna katkıda bulundum. 1994’te yeni kurulmuş olan Mersin
Üniversitesine Felsefe Bölümünü oluşturmak için geçtim. 2000’de aynı görevi
Cumhuriyet Üniversitesinde edindim. İki yıl önce yaş sınırından emekli oldum
ama burada da geleceğine güvendiğim bir Felsefe Bölümü var. Dışarıdan
dersler vererek öğretime destek olmaya çalışıyorum.
Aziz ŞEKER: İnsanlık, özürlülüğü yaşam alanlarında bir engel olarak görme
eğilimini kıramadı henüz. Eğitim olanakları, hayat algılayış biçimleri
değişse bile bu olumsuz durum hep sürdü. İnsanlık, özürlüleri bir
‘ötekileştirme’ eğilimine düşerek algıladı. Yani bu toplumsal kesimi
ayrımcılığa tabi tuttu… Özce ‘Ayrımcılığın olmamasının temelinde birbirinden
ayrılmaz onur ve eşitlik ilkeleri yatmaktadır.’ Ancak, var olan ve süren,
özürlülere dönük ayrımcılık uygulamaları ise insan yaşamına, felsefi
değerlerine önemli zararlar vermektedir. Ayrımcılığın zararlarını bu şekilde
temellendirdiğimizde; ayrımcılığı önlemeye karşı nasıl bir yol bir eylem
planı önerebiliriz? Ya da ayrımcılığa karşı savaşımı nasıl bir
‘bilimsel-felsefi temel’ üzerine oturtabiliriz?
Uluğ NUTKU:
Ayrımcılıklara düşmemek için önce, sizin de pek yerinde olarak
sözü başlattığınız asıl konuyu, insan onurunu doğru anlamamız lazım.
Ayrımsız herkes kişidir. Kişi, devletin yurttaşından ve toplumun bireyinden
daha üstün bir değerdir. Kişi bütün insanlığı temsil eder; bölünemez, değiş
tokuş edilemez olan temel değerdir. Haklar bakımından her kişi mutlakça
eşittir. Herhangi bir organını herhangi bir sakatlanma yahut hastalık
nedeniyle tam kullanamayan bir insan, kişi değerinden hiçbir şey kaybetmiş
olmaz. Böyle birisi için toplumsal ilişkilerinin sakatlanmaması daha
önemlidir; kimseye himmet duymadan hayatını sürdürmelidir ve nasıl bir iş
yapmak istiyorsa, o iş sağlanmalıdır. Bu uğurda çalışan kurumlar / örgütler
gittikçe daha iyi düzenleniyorlar.
|
Aziz ŞEKER: Özürlü sorunsalının felsefeye yansımaları hakkındaki
düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz? |
Uluğ NUTKU: Felsefi ethik insana yukarıda söz ettiğim temelden hareketle
bakar. Üstün başarıları olan insanları ayrı bir sınıfmış gibi görmek ne
kadar yanlışsa, anatomik-fizyolojik bir sınırlanmışlık yüzünden bazı
insanların hareket alanlarını sınırlamak ve onları farklı bir kategoriye
yerleştirmek o kadar, hatta daha büyük bir yanlıştır. Bu nedenle, şimdilik
en makul terim olan “özürlü” terimi bile durumu tam karşılamıyor. Özür, bir
kabahati telafi için kullanılır. Bir organı diğer organlarıyla tam uyumlu
çalışmayan bir insan hiç kimseye toplumsal mazeret sunmak zorunda değildir.
Özürlü, sakat gibi kelimelerin çağrıştırdığı acıma duygusunu içermeyen bir
kelime bulmalı. Şefkat zaten herkesin herkes için asli insani duygusudur.
Aziz ŞEKER: Hitler, örgütlü kıyım yıllarında milyonlarca Yahudi’nin yanı
sıra yaşlıları, özürlüleri… işe yaramaz oldukları gerekçesiyle yakmıştır,
öldürtmüştür. Hitler, en somut haliyle bu insanların hayatlarını
sonlandırıyordu. Günümüz toplumlarının birçoğunda düşünsel düzeyde;
özürlülerin yetersizliğini, toplum dışına sürüklenmesini, ayrımcılığı
besleyici düzenlemeleri sürdürmek, insana verilen ‘değer’ açısından Hitler’e
yakınlaştırmıyor mu insanlığı?
Uluğ NUTKU: Hitlercilik elbette en uçtaki olumsuz örnek. Uçlara gitmeden
günlük ilişkilerimize bakalım. “Benim çocuğum daha akıllı” yargısı bile bir
ayrımcılığın zeminini hazırlar. İnsanların bundan kurtulması zor görünüyor
ama ben gene de “insanlar, kendilerinin bile sandıkları kadar bencil
değildirler” diyorum.
Aziz ŞEKER: Özürlülerimizi ilgilendiren sorunların başında: plansız
kentleşme, kentsel hayata adaptasyon, özürlülerin öznel yaşam sıkıntısı,
yetersiz toplumsal konumlanışları, yaşadıkları toplumsal sorunlar, anayasal
korumadaki yetersizlikler, eğitimde fırsat eşitsizlikleri, sosyal güvencesi
olmayan özürlülerin sayısı, ekonomik özgürlük vbg iç içe geçmiş çok sayıda
sorun kümeleri geliyor. Birleşmiş Milletler Kararı, Sakat Kişilerin Hakları
Bildirgesi, Avrupa Sosyal Şartı, Zihinsel Özürlü Kişilerin Hakları
Bildirgesi vbg. mevzuatların olmasına rağmen toplum hayatında süregelen bir
ayrımcılık (yer yer gizli de olsa) var. Bütün bunlar yaşanırken; felsefi
bakış açısıyla, ayrımcılığa karşı değer yaratmada felsefeden nasıl
yararlanabiliriz? |
|
Uluğ NUTKU: Sorunuzun
cevabı, ördüğünüz kavramlarda apaçık. Felsefe, geneli
güncelleştirir, günceli de genelleştirir. Sorunlara çözüm
önerilerini ancak bu dayanakta bir söylemle sunabilir.
Ama asıl iş iki başka
uğraşındır:
1. Tıbbın iyileştirme
yöntemlerinin;
2. Sosyal psikolojinin /
pedagojinin daha insani örgütlenmeler için
araştırmalarının. Avrupa’da “sosyal işçi” denilen bir
meslek var. Bu işçilik, öncelikle sorunlu ailelere yardım
için yapılıyor. Sosyal işçi gerekli görürse, bakımdan ve
şefkatten yoksun çocukları ailelerinden alıp daha iyi bir
ortama yerleştirme hakkına sahip. Böylece çocuğun maddi ve
manevi sakatlanmasına engel olunuyor.
Hiçbir toplum
tertemiz değildir, ama toplumsal kirlenmenin zamanında teşhisi ve tedaviye
geçiş gereklidir. Bizim toplumumuzun büyük çoğunluğu faziletlerle
bezenmiştir. Gene de pek yadırganacak bozukluklar var. Hırsızlığı,
yankesiciliği, dilenciliği meslek edinmiş aileler var. Geçenlerde bir
haberde, yankesicilik yaparken yakalanan bir çocuğun bu duruma nasıl
sürüklendiği anlatılıyordu. Bence “özürlü” kavramı o çocuk için tam yerinde.
Ama mademki toplumda böyle bir şey var ve süregidiyor, o halde biz de
özürlüyüz, kendimizi bu olgunun dışına koyamayız, kolayca yargılayamayız.
Aziz ŞEKER: Sorumu sormadan önce izninizle tamamlayıcı bir bilgi vermek
istiyorum. Avrupa’da ‘sosyal işçi’ olarak organize olan mesleğin bizdeki
karşılığı ‘sosyal çalışmacı (social work)’ eş bir ifadeyle ‘sosyal hizmet
uzmanı’ anlamında kullanılıyor ve bu meslek 1960’dan sonra Türkiye toplumuna
bahsettiğiniz sosyal problem de dâhil olmak üzere birçok toplumsal sorun
alanında, sorunların çözümü için yetişmiş insan gücü sunuyor…
Bildiğimiz gibi dünya belli başlı dönüşümler yaşadı: Fransız Devrimi,
İngiliz Sanayi Devrimi gibi.
Dünyada belli aralıklarla örgütlü kıyımlara
girişildi. I. ve II. Dünya Savaşlarını yaşadı insanlık. Özellikle II. Dünya
Savaşından sonra devlet aygıtı, sosyo-ekonomik hayatı düzenleyici bir güç
olarak yeniden şekillendi. Sonra bir yanda Sovyetler Birliği var bir yanda
Kapitalist Dünya. Refah devleti olgusu daha doğrusu sosyal devlet, sosyal
hayata dönük sosyal hizmet uygulamalarıyla gündeme geliyor: özellikle
yaşlılar, yoksullar, çocuklar, özürlüler daha adaletli bir dünya için bu
uygulamalardan yararlandırılıyor. Günümüze bakıyoruz: Bu güçsüz nüfus
gruplarına ayrılan sosyal hizmet payları ulusal hükümetlerin harcama
kalemlerinden bir bir kısıtlanıyor. Evet, ‘büyük insanlık’ nereye gidiyor?
Yaşadığımız dünyayı nasıl bir gelecek bekliyor? Küreselleşme ne getirecek
insanlığa, korunmaya muhtaç toplum kesimlerine? Ve bu süreç yaşanırken,
felsefenin tavrı ne olacaktır?
Uluğ NUTKU: Önce şunu söyleyeyim: Bizim özürlü dediğimiz insanlar çoğumuzdan
daha sağlıklı zihinlere sahiptirler ve zihnen özürlü iseler, çoğumuzdan daha
derin duygulara sahiptirler. Söz ettiğiniz “sosyal hizmet paylarının
gittikçe azalması” sağlığı bozulan toplumun bir semptomudur. Çare için dünya
ölçeğinde siyasal konulara girmeye gerek yok. Önce, örneğin, iş kazalarından
mağdur olmuş kimselere nasıl muamele ettiğimizi gözden geçirelim. Bu konuda
da çok eksiğimiz var. Bu gibi sorunların hükümetlere teslim edilmemesi
gerekir. Toplumun hayati sorunlarını gene toplumun kendisi çözer, ‘sivil
toplum kuruluşları’ dediğimiz örgütlerle. Bu örgütler mali özerkliklerine
kavuşmak zorundadırlar, devlete ve hükümetlere el açar durumda kalmamak
için. Bu toplumsal olgunluğa yeniden erişeceğimizden kuşkum yok.
Aziz ŞEKER: Sevgili Uluğ NUTKU hocam teşekkürler.
|