Aziz ŞEKER: Kendinizi kısaca tanıtır
mısınız?
Nihat TARIMERİ: Sevgili Aziz; ben 1978 yılında Sosyal Hizmetler
Akademisinden mezun oldum. İlk görev yerim Ankara’da Sanatoryumdu; daha
sonra Ankara Hastanesinde çalıştım. Burada başhekim yardımcılığı gibi
mühürleme hizmeti şeklinde yürütülen sıkıcı ve anlamsız bir işi yapmaktan
bazen kaçıp servislerdeki hastalarla görüşerek bir ölçüde mesleki çalışma
yapmak için çabaladım. 1980’de ise o zamanlar teröründe tırmanması nedeni
ile İzmir’e atandım. Şimdiki adı Alsancak Devlet Hastanesi olan Trafik ve
Travmatoloji Hastanesinde çalışmaya başladım. Burada ise mesleğin hiçbir
şekilde bilinmemesi ve küçük bir hastanedeki doktorların kendilerine göre
oluşturduğu sistemi aşmamın güçlüğünü görmem nedeni ile de 1981’de
İsviçre’ye gittim. Buraya kadarki süreci anlatmamın sebebi ise benim 30 sene
önce yaşadıklarıma benzer sorunların hâlâ yaşanmaya devam etiğini
gözlemlememdir.
İsviçre’de madde bağımlılarına yönelik özelliklede eroin kullananların belli
bir medikal tedaviden sonra “methadon” adlı ilaç ile birlikte psikolojik ve
sosyal tedavilerinin yürütüldüğü Winterthur Gençlik Danışma Merkezinde
sosyal hizmet uzmanı olarak çalışmaya başladım. 1983’den itibaren ise suça
yönelen gençlere yönelik iddianame düzenleme dâhil hizmet veren Zürih
Gençlik Savcılığında çalıştım.
1989 senesinin sonunda da Türkiye’ye döndüm. İsviçre’deki bu çalışma
sürecinde mesleğin uygulaması ile ilgili gençlik alanında çeşitli deneyimler
kazandım. Ek eğitimler aldım. Bu süreçte akademide aldığım eğitimin bana çok
yararı oldu. Bu konuda İsviçre’li meslektaşlarımla kendi aramda büyük bir
fark göremedim. Bunu özellikle bazı tartışmalardan dolayı dile getirmek
istedim. Bu vesile ile başta Sema Hoca, Ertan Hoca, Işıl Hoca, Beril Hoca,
Şener Hoca olmak üzere tüm Akademinin öğretim görevlilerine eğitimime katkı
sağlamaları nedeniyle içten teşekkür etmek istiyorum. Bazen tartışmalarda
bizdeki eğitim ile yurtdışındaki eğitim arasındaki farklıların gündeme
geldiğini görüyorum. Şunu gayet açıklıkla belirtebilirim ki, o dönemde benim
aldığım eğitim benim için oldukça yeterli idi, hatta fazlalıklarım bile
vardı, diyebilirim. İsviçre özellikle bu konuda hassas bir ülke olup tüm
süreçte bu konuda işverenim olan ne Sosyal Hizmetler Dairesinden ne de
Gençlik Savcılığından bu yönde eksikliğimin giderilmesine yönelik herhangi
bir talep gelmedi ve diğer uzmanlar ile aynı yetki ile çalıştım.
Ancak bu süreçte bana yardımcı olan en temel unsur bir “süpervizör” ile
birlikte çalışmamdı. Bundan çok yararlandım. Mesleki açıdan iki ülke
arasında bir değerlendirme yaptığım takdirde ise ortaya sadece mesleğini iyi
şekilde yerine getiren uzman ile mesleğini kötü yerine getiren uzman
şeklinde bir durumun konuyu belirlediğini düşünüyorum. Bu konuda milliyet
farkının da bir önemi yoktur. Bu konuya yönelik kriterlerde de en
belirleyici unsur olarak meslek seçiminin önemli rolü olduğunu
düşünmekteyim. Buna bağlı olarak asıl bu konuda ülkeler arasında önemli
farkların bulunduğu kanısına sahibim.
Özellikle İsviçre veya Almanya’da meslek seçimi oldukça önemli olup kişiliğe
göre meslek sahibi olunması hedeflenmiştir. Sistem buna göre şekillenmiştir.
Amaç bir mesleğin severek yapılmasıdır. Çöpçü olsanız bile... Ülkemizde
kişiliğe göre meslek seçiminin yapıldığı bir yapı olmadığı için kediyi bile
sevmeyenin veteriner olduğu bir eğitim modeli tüm mesleki uygulamaları
belirleyen bir unsur olarak ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla meslek sonrası
bir kişilik gelişimi genelde söz konusu olmakta ve de bu durum kişiliğin de
önüne geçmektedir. Buda doğal olarak mesleği iyi uygulayanla kötü uygulayan
arasında bir farkı oluşturarak ortaya çıkan hizmetin niteliğini
etkilemektedir. Ülkemizde koltuk kavgasının sebebinin önce bu olduğunu
düşünüyorum. Kazanılanı kolay kaybetmemek.
Türkiye’ye döndükten sonra ise 3 yıl Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP)’nın
Soydaş Entegrasyonu Projesinin İzmir Bölge Sorumluluğunu yürüttüm. Daha
sonra Dünya Bankasının istihdam ile ilgili projelerinde danışmanlık yaptım.
İleriki yıllarda yoğun çalışma hayatıma ara verip emekli oldum. Arada bir
danışmanlığa devam ettim. 2005 yılında çocuk ve gençlere yönelik ceza
kanunlarında yeni düzenlemelere başlanması ile bu konulara yeniden yöneldim.
İzmir Barosundan gelen bir talep doğrultusunda bu yönde bir çalışma yapmaya
başlayınca konu ile ilgili bir kitap çalışmam da ortaya çıktı.
Özellikle 2005 yılında yürürlüğe giren Çocuk Koruma Kanunu ile ilgili
hazırlık aşamasında İsviçre’deki ve Almanya’daki uygulamalarından
yararlanıldığının belirtilmesi ve 1942 yılında bu konu ile ilgili
yayınlanmış bir makaleyi bulmam nedeni ile bu alandaki deneyimimi ve
görüşlerimi Çocuk Koruma(ma) Kanunu başlıklı iki kitapta yansıtmak istedim.
Şu aralar bu konudaki eksiklikleri ve sorunları gördükçe tepki gösteriyorum.
Konuyu bazı arkadaşlarla paylaşıyorum. Seninle bu görüşmeyi de bu çerçevede
yapmak istedim. Özellikle senin çabalarını görünce bu köyde bir tane
“deli”ye gerek yok. Seni yalnız bırakmak istemedim...
Aziz ŞEKER: Her ne olduysa, Türkiye’de 2010 yılının Nisan ayının sonlarına
doğru insanları dehşete düşüren cinsel istismar olaylarının ortaya
çıkmasıyla sarsıldık. Ülkemizin bazı şehirlerinde basına yansıyan yönleriyle
insanın yüreğini soğutacak bu sosyal manzaralar elbette yeni bir şey değil.
Sosyal mevzuattaki değişimlerle daha çok gündeme gelmeye, getirilmeye
başlandı. 21. yüzyılda yaşıyoruz. Sözünü ettiğim olgu üzerine düşüncesini
belirtmeyen yok gibi! Ne ki, bir sıkıntı var gibi. Kendi çalıp kendi oynayan
bir yönelimde kaldık. Açıkçası sorun doğru okunmuyor? Sorun nasıl
algılanıyor? Nasıl algılanmalıdır?
Nihat TARIMERİ: Seninde dediğin gibi 2010’un Nisan ayının sonuna doğru başta
cinsel istismar ve ihmalin yanı sıra çocuk suçluluğu gibi konular sık sık
gündeme gelerek sorunun yönlendirdiği bir durum ile karşılaştık. Bu konu ile
ilgili profesyonelliğin ve kurumsal yapımızın perişanlığını gördük ve bunun
düzeyi de ortaya çıktı. Dolayısıyla herkesin kendine göre görüş belirttiği
bir süreci yaşıyoruz. Herkeste kendine göre bir arayış içerisinde. Kendine
göre de doğal olarak bazı çareler ve öneriler getirildiğini görüyoruz.
Bunlardan biride 2 Mayıs 2010 tarihli Pazar günü Radikal 2’de yayınlanan
Avukat Seda Akço’nun “Çocuk İhmal ve İstismarı Önlenebilir!” başlıklı
yazısıdır. Avukat Seda Akço’yu kişisel olarak da tanıyorum. Kendisi
özellikle Unicef’te ve de Çocuk Koruma Kanununun hazırlanma sürecinde
Barolar Birliği Temsilcisi olarak komisyon çalışmalarına katıldı. Sonraki
eğitim süreçlerinde de yer alan bir kişidir. Bu konuyla ilgili alanda emek
harcayan 5-10 kişiden birisidir. Bu yazısını o açıdan önemsiyorum.
Önemsememiz de gereklidir. Çünkü konu ile ilgili bir yaklaşımı ortaya
koymaktadır.
Aziz ŞEKER: Seda Akço’nun yazısı sözünü ettiğimiz konu açısından nasıl
değerlendirilmelidir?
Nihat TARIMERİ: Seda Akço görüşlerine ve yaklaşımlarına mutlaka değer
verilmesi gereken kişilerden birisidir. Bu yazıda / makalede ortaya çıkan
sorunu “Nasıl önleyebiliriz?” diye sormuş ve “bu cümleyi 100 kere deftere
yazma cezası verilmesi gerekiyor her birimize” şeklinde bir vurguda da
bulunmuştur. Bakanlık kurulması dâhil çeşitli önerilerde yazıda yer alırken
bu konu ile ilgili sorumlunun ve konusunun sahibinin belli olmadığı
görülmektedir. Örneğin Siirt olayındaki mağdurlardan biri Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesine yürütmenin sorumluluğunu yerine getirmemesinden dolayı
başvurduğu zaman Başbakanlık dışında hangi kurumu sorumlu olarak
gösterecektir. Hangi kanunda kimin ihmalinin olduğu gösterecektir. Böyle bir
durum örneğin Almanya’da veya İsviçre’de olsa sorumlu kurum bellidir. Böyle
bir sorun olduğu takdirde Jugendamt diye adlandırılan Gençlik Dairesini
sorumlu kurum olarak görürsün.
Aziz ŞEKER: Peki bu konuda Bakanlık kurulması yeterli olmaz mı?
Nihat TARIMERİ: Bu konuda mutlaka bir bakanlığın kurulmasını ve çocuk genç
ve ailelere yönelik tüm hizmetlerin verilmesinin gerektiğini düşünüyorum.
Adı “Gençlik ve Aile Bakanlığı” olabilir. Bu bakanlık yapılanmasını ancak
gereken birçok işlerden sonra kurmak gerekir. Ayrıca bunları düşünürken ve
Seda Akço’nun bu yazısını okurken hemen aklıma Prof. Dr. Fikret Arık’ın
makalesi geldi.
Aziz ŞEKER: Prof. Dr. Fikret Arık’dan söz eder misiniz?
Nihat TARIMERİ: Prof. Dr. Fikret Arık Türk Medeni Kanunu konusunda çalışmış
bir hukukçudur. 1942 yılında doktor unvanlı iken Adalet Bakanlığının bir
dergisi olan “Adliye Ceridesin”de “Resmi ve Mesleki Vesayet Nedir?” başlıklı
bir makalesi yayınlanmış. Bu makaleyi Çocuk Koruma Kanunu’na yönelik bir
araştırma yaparken tesadüfen buldum. Bu makalede 1942 yılında savaş nedeni
ile de oldukça yoğun yaşanan başta köprüaltı çocukları olmak üzere suçlu
çocuklar gibi çocuk ve gençlik sorunlarının ele alındığını görmekteyiz. Bu
sorunların çözümünde İsviçre’de ve Almanya’daki uygulamalar ile ilgili
bilgileri İsviçre’de aldığı hukuk eğitimi çerçevesinde verir. En önemli
eksikliğin ise İsviçre Medeni Kanunu bağlamında oralardaki Jugendamt/Gençlik
Daireleri şeklinde yapılandırılmış “Resmi Vesayet Kurumu” biçiminde bir
kurumsal yapılanmanın olmadığını belirtmektedir. Yaşanan sorunların böyle
bir kurumsal yapılanma ile çözülebileceğini açıklamaktadır.
Bizdeki bu yönde kurumsal yapının olmamasının sebebini ise İsviçre
Yurttaşlar/Medeni Kanunun Türk Medeni Kanununa uyarlaması sırasındaki ilgili
373. maddenin çevirisinin yapılmamasına dayandırmıştır. Bu eksikliğin hukuki
ve idari yollardan nasıl giderileceğini de açıklamıştır. Bir akademisyen
olarak sorumluluğunu yerine getirmiştir.
Aziz ŞEKER: Yani bu konuda bir çözüm 1942 yılında gösterilmiş mi?
Nihat TARIMERİ: Evet taa 1942 yılında söylenmiş, ancak bu güne kadar bu
konuda her hangi bir çabanın olduğunu görmüyoruz. Özellikle bu konunun
“Resmi Vesayet Kurumu” ile ilgili boyutu bir tabu gibi kalmış daha sonra
hiçbir şekilde tartışılmamıştır. Üstelik Almanya ve İsviçre’deki bu yapılar
yeni değildir. 1910’lardan beri uygulanmaktır. Fakat nedense böyle bir yapı
ve bunun hukuksal temeli ne hukuk ne de sosyal hizmet topluluğundaki işlevi
ile birlikte değerlendirilmemiştir. Bunun nedenini şimdiye kadar anlamış
değilim. Hâlbuki bu kurumsal yapı bir arabanın tekeri, motoru gibidir.
Bunlar eksik olduğu takdirde arabanın gitmesi mümkün değildir. Ayrıca bir
arabayı aldığınız takdirde bu eksiklik yokmuş gibi davrandığınızda bu
arabanın her şeye rağmen yürümesi mümkün değildir.
Bu konuyu ve bu kurumsal eksikliği özellikle Çocuk Koruma(ma) Kanunu
kitabımda değerlendirdim ve bunu bir tarihi tespit olarak ortaya koymak
istedim. Ayrıca bu konuda bu yaklaşım devam ettiği sürece hem sorunları çok
ağır bir şekilde yaşayacağımızı yazdım. Ayrıca bir 60 yıl sonra herhalde
birilerinin benim yazımı bulup hâlâ 1942 yılındaki makalede kaldığımızı
tespit edebileceğini belirttim.
Bu açıdan Seda Akço’nun bu yazısını oldukça önemsiyorum ve çözüm konusunda
hukukçuların bazılarının belki de önemli bir kısmının hâlâ eskilerde
olduğunu üzülerek görüyorum.
Aziz ŞEKER: Bu sorun alanını Medeni Kanun açısından olsun, sosyal hizmet
açısından değerlendirir misiniz?
Nihat TARIMERİ: Bu konunun yani çocuk ve gencin dolayısıyla bireylerin
toplumsal ve hukuksal olarak korunup kollanmasını Batı’daki Aydınlama Süreci
ile birlikte düşünmemiz gerekmektedir. Buna bağlı olarak, laiklik,
yurttaşlık, modern devlet, sosyal devlet, sosyal koruma ve sosyal
hizmetlerin bu sürecin en önemli parçaları olduğunu düşünüyorum.
Bildiğiniz gibi insanın özgürleşmesi, kendini ifade edebilmesi tarihsel ve
sosyal süreçte pek öyle kolay olmamıştır. Bunun için büyük savaşlar
verilmiş, büyük toplumsal mücadeleler ve çabalar gösterilmiştir. Fakat bu
konuda özellikle Batı’da gelinen bu noktaya rağmen özellikle başta İnsan
Hakları olmak üzere Çocuk Hakları Sözleşmesi; Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmeleri Türkiye dâhil dünyadaki tüm ülkelerde bir evrensel hukuk normu
olarak benimsenmedi. Ancak başta bireyin kendini ifade etmesi dâhil;
özgürlükler ile ilgili haklar için ve sosyal adalet için mücadele edilmesi
gereken bir süreci hâlâ yaşıyoruz. Daha da yaşayacağız. Modernleşme bence
budur. Sanayide modernleşmek veya cep telefonu kullanmak modernleşme veya
çağdaşlık değildir. Özellikle çocuk ve gençler açısından güncel olarak
“koruma ve kollama” adına yaşadıklarımızda aslında bu sürecin ve kavram
kargaşalarının bir parçasıdır. Bir ürünüdür…
Aziz ŞEKER: Demek ki bu süreç küreselleşmenin sosyal sorunları
küreselleştirdiği içinde bulunduğumuz tarihsel dönemde de her şeye rağmen
hala devam ediyor...
Nihat TARIMERİ: Evet bir mücadeleyi gerektiren bu süreç hala devam ediyor ve
özelliklede “küreselleşme” kavramı bu konuda bir araç olarak kullanılarak
asıl sorun perdeleniyor. O yüzden bu sürecin tarihi ve sosyal arka planını
biraz bilmek gerekiyor. Anlamak gerekiyor. Kısaca bugünü belirleyen Batı
uygarlığındaki gelişmeleri bu açıdan değerlendirdiğimizde orta çağdan
itibaren Rönesans ile başlayan bir süreç vardır. Bu süreç özellikle
insanın/bireyin din kurumu dâhil her türlü güce karşı ve bu güçleri kullanan
yönetenine karşı kendini, konumunu ve özgürleşmesini belirlemeye yöneliktir.
Aydınlanma süreci olarak da tanımlanan bu süreçte 1789’da Fransız Devrimi ve
Napolyon dönemindeki 1804’deki “Cod Civil/Yurttaş Kanunu” önemli bir dönüm
noktasıysa da bence asıl dönüm noktalarından birinin 1648’deki Katolikler ve
Protestanlar/Reformistler arasındaki mezhepler arası savaşı sona erdiren
Westfalya Anlaşması olduğunu söyleyebilirim. Bilirsin; Fransız Devriminin üç
ilkesi vardır. Bunlar eşitlik, özgürlük ve adalettir. Ayrıca Amerika
Birleşik Devletlerinin 1776’da kurulmasını sağlayan Bağımsızlık Bildirgesi,
Yurttaşlık ve Haklar açısından önemli bir dönüm noktasıdır. Bunlara bağlı
gelişmelerin sonunda ise örneğin 1803’de Almanya’da sekülerleşmenin kabulü
ve 1900’de Bürgerliches Gesetzbuch (BGB) / Yurttaşlar Kanununun kabul
edilmesi ile Alman İmparatorluğu bireylerinin tebaalıktan yurttaşlığa
dönüştüğü bir süreçte yaşanmıştır. Bu dönüşümde bir dinsel topluluk yani
cemaat üyeliğinden “yurttaş”lığa bir geçiş olmuş ve “yurttaşlık” birlikte
yaşamak için ortak bir değer olarak tanımlanmış ve kabul edilmiştir. Bunlar
yasalar çerçevesinde güvence altına alınmıştır. Çocuk, genç, yetişkin olarak
tüm bireylerin eşit bir şekilde yasal olarak korunup kollandığı yeni bir
dönem başlamıştır. Her ne kadar çocuk ailenin içinde bir parça olarak
görülse de toplumun geleceği olarak kabul edilmiş, sorumluluk sadece aileye
bırakılmamıştır. Toplumsal olarak korunup kollanma bir yükümlülük, bir görev
haline getirilmiştir. Bu gelişim ve dönüşüm Modernleşmedir.
Aziz ŞEKER: Batı’da bunlar yaşanırken Türkiye’deki gelişmelerin seyri nasıl
olmuştur?
Nihat TARIMERİ: Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerinde Avrupa’nın
zorlaması sonucu Tanzimat ile başlayan bir dönem başlatılmak istenmiştir.
Ancak Osmanlı dönemi bu Aydınlanma sürecinin içinde yaşamadığı için doğal
olarak İslam hukukunu ön plana almış ve onu koruyacak şekilde bazı
girişimleri olmuştur. Yapılan düzenlemelerden biri 1877’de yürürlüğe giren
Mecelle’dir. Bu kanun Fransız Yurttaşlar Kanunundan uyarlanmıştır. Ancak tam
olarak değil, birçok eksikliklerle uyarlanmıştır. Ancak kanunun özellikle
felsefesi yansıyamamıştır. Bizim için en büyük değişim, Atatürk’ün
Cumhuriyet çerçevesinde yaptığı devrimlere bağlı olarak “Türk Medeni
Kanununun 1926’da kabul edilmesi olmuştur. Bunun için 1912’de yürürlüğe
giren İsviçre Yurttaşlar/Medeni Kanununun uyarlanarak dolaylı bir şekilde
Batı’daki Aydınlanma sürecinin bir parçası olduk. Ancak Modernleşme denilen
bu sürecin felsefesini tam olarak yaşayamadığımız ve algılayamadığımız için
kanunun ruhunu anlamada ve algılamada önemli sorunlar yaşadığımız bir
süreçle karşı karşıya kaldık. En son Siirt’te veya Bilge köyündeki
yaşadıklarımız bunun en trajik yansımalarından biridir.
Aziz ŞEKER: Almanya ve İsviçre’deki kanunlardan söz ederken Yurttaşlar
Kanunu olarak ifade ediyorsunuz. Kavramlar üzerinde biraz durur musunuz?
Nihat TARIMERİ: Çünkü öyle oldukları için ve öyle algılandıkları için
diyorum. Toplumsal olarak bir arada yaşam için gerekli olan ortak değeri ve
kuralları temsil eden bu kanunların adı her iki ülkede Yurttaşlar Kanunudur.
Çünkü bireyin ortak konumunu belirliyor. Onu güvence altına alıyor.
Almancada “Bürger” kelimesi “Yurttaş” veya “vatandaşın” karşılığına gelir.
Roma Hukukundaki Latince “ius civil”in de karşılığıdır. Bu kelime; Kıta
Avrupası dediğimiz İngiltere dışındaki Avrupa’nın sosyal felsefesini ve
hukukunu belirleyen, şekillendiren Roma Hukukunda özgür Romalı yurttaşı
tanımlamaktadır. Bizde uygar olma veya medeni olmayı tanımlamayan “Medeni”
kelimesi ile bir ilişkisinin olmadığını düşünüyorum. Görüldüğü gibi işlevi
açısından da öyle değildir. Bu farklı şekilde yansıtılmış olan tanımlama da
şu anda yaşadığımız birçok sorunda bence önemli bir etkenidir. Dolayısıyla
toplumda birlikte yaşamak için gerekli olan ortak bir kimliği ve değeri
tanımlayan Yurttaşlık ile bu başlığı taşıyan kanunlar ile daha önce
özellikle kralların, imparatorların veya gücü kullananların yanı sıra dinsel
topluluklar/cemaatler tarafından uygulan kurallar veya uygulamalar
“yurttaşlık” temeline dayandırılmıştır. Bir ortak değer oluşmuştur. Örneğin
dinsel bir kurumsal yapının uygulamasında yer alan evlilik, boşanma, miras,
dernek ve vakıf şeklinde örgütlenme gibi yapılar dünyevileşmiştir. Hesap
sorulabilinir sorgulanabilinir hale gelmiştir. Bu şekilde Laik bir devlet
yapısının temeli oluşturulmuştur. Bunun korunması ve geliştirilmesi
toplumsal bir ihtiyaca dönüşmüştür. Bu tanım ve kavram bizde ise Osmanlı
döneminde beri devam eden “medeni olma” çabası içinde “Medeni” kelimesi ile
öne çıkarak birlikte yaşamak için gerekli olan ortak bir değer ve tanımı
yansıtamamıştır. İnsanımız örneğin bir İsviçreli veya bir Alman gibi
“Yurttaşlık Kanunu” çerçevesinde evleniyorum, diyememiştir. Bazen bir kelime
çok önemlidir. Birçok şeyi anlatabilir. Çocuğun ise bir Yurttaşlık temelinde
korunup korunması gerektiğini hâlâ anlaşılmamıştır...
Aziz ŞEKER: Sosyal hizmeti Batı’daki “dünyevileşme” sürecinde nereye
oturtabiliriz?
Nihat TARIMERİ: Aydınlanma sürecinde mezhepler savaşını oluşturan nedenleri
unutmamak gerekir. Bu mücadele ve savaş Alman Martin Luther’in Katolik
kilisesinin cennette girmeyi bir ücret karşılığı belgeye bağlamasına itirazı
ile başlamış bir mücadeledir. Uzun yıllar süren bir savaşa da neden olan bu
mücadelede Katoliklerin ibadet dili olan Latince yerine her topluluğun,
prensliğin üyelerinin ibadet ederken kendi dilini kullanması hedeflenmiştir.
Diğer hedef ise cennete bir ücret karşılığı gidilmesi veya günah çıkarılması
yerine çok çalışıp elden edilen gelirin bir bölümünün diğer “topluluktaki
kardeşlerle” paylaşılmasıdır. Cennete gitmek için günahtan arınmak için
başka değer ortaya konmuştur. Dolayısıyla sosyal dayanışma ve
“hayırseverliğe” dayalı bir hedef söz konusudur. Fransa’da Calvenistlerin
yer aldığı bu hareket bu yapının en belirleyici unsurudur. Yurttaşlar Kanunu
bu unsurların arasındadır. Aslında sosyal hizmetler bu sürecin ürünlerinden
biri olup süreçte önemli bir araç olarak ortaya çıkmıştır.
Zorlu ve uzun bir mücadelenin sonunda gelişen bu dinamikte örneğin
Almanya’da yurttaşlar kanunu devreye girmeden önce din kurumları ile
devletin yükümlülüklerini ayıran sekülerleşme ile ilgili bir toplumsal
uzlaşma ve anlaşma olmuştur. Bu zemin ve toplumsal mutabakat çerçevesinde
bireyin; sosyal adalet ve eşitlik çerçevesinde korunup kollanarak hem dinsel
kurumlara hem de yöneten güce karşı özgürleşmesinin sağlanmasının
hedeflendiğini görüyoruz.
Ortak bir sosyal felsefe ile oluşturulan Yurttaşlık Kanunu özellikle dinsel
topluluklar tarafından dinsel kurallar çerçevesinde yürütülen başta bireyin
korunup kollanması görevi olmak üzere çocuğun korunup kollanması
dünyevileştirilmiştir. Aynı şekilde dinsel topluluklardaki sosyal
dayanışmayı sağlamaya yönelik araçlardan bir olan “din kardeşliği” temelli
dayanışma ve hayırseverlik bu kanunlar ile dünyevileşmiştir. Yasal güvence
altına alınmak istenmiştir. Bu şekilde dinsel bir kurum olan “hayırseverlik”
sosyal hizmetler adı ile dünyevileşmiştir.
O yüzden başta çocuk ve gençler olmak üzere tüm bireylerin korunup
kollanması sadece hukuki bir durum olmayıp öncelikle “sosyal hizmet”
dediğimiz kurumsal bir yapıyı içeren bir yükümlülüktür. Toplumsal ortak bir
görevdir ve Yurttaşlar Hukukunun temel bir parçasıdır. Birlikte yaşamak için
de çok çok gereklidir. Ülkemizde genellikle ”Sosyal Refah” denen Sosyal
Korumanın en önemli bir parçasıdır.
Aslında konuya bu çerçevede baktığımızda ise özellikle “sosyal hizmet” veya
“sosyal hizmetler” bireyi özgürleştiren en önemli araçlardan ve kurumlardan
biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Bireyi tehditten ve baskıdan koruduğu
gibi kendini, konumunu ifade etmesini de sağlar. Temel Hak ve Özgürlüklerin
bir parçası olup bu haklara ulaşmada bir araçtır. Toplumların birlikte
yaşaması için bunlar gereklidir. Hukuk ise buna ulaşmada bir güvencedir.
Öylede olmalıdır. Hukuk bu güvenceye ulaşmada yardımcı olamayınca doğal
olarak bir ölçüde özgürleşmeyi engellemektedir. Taraf olarak evrensel hukuk
yerine gücün hukukunu koruduğu bir duruma neden olmaktadır. Bu nedenden
dolayı hukukçuların bu konuda bakışı oldukça önemlidir. Olay sadece bir
hukuksal çerçeveyi çizmek değildir. Kime yardımcı ve destek olunduğu
bilinmelidir. Başta çocuk olmak üzere bireyin korunup kollanması sadece
ailesine veya yaşadığı topluma ait bir görev değildir. Bir savunma bir
eğitim hizmeti gibi idare tarafından yürütülmesi gereken kamusal bir
görevdir. “Hak” kullanımı ve buna ulaşımda, bu kamusal görevin çocuk ve
gençlere yönelik özellikle bir Resmi Vesayet Kurumu eli ile yürütülmesi
gereklidir. Nedense konu bu yaklaşımla şimdiye kadar değerlendirilmek
istenmemiştir.
Aziz ŞEKER: Sözünü ettiğiniz yaklaşım neden göz ardı ediliyor?
Nihat TARIMERİ: Bunu anlamaya çalışıyorum. Ancak iyi niyetin ötesinde bir
durumdan söz etmek mümkün. Bu konudaki temel sorunu 1942 yılında Prof. Dr.
Fikret Arık görmüş. Ama görmek yetmiyor. O tarihten günümüze Temel Hak ve
Özgürlüklere ulaşmada engel olan bu yaklaşımda önemli sorunların olduğunu
düşünüyorum. Bunlardan birisinin Hukuk felsefeleri arasındaki yaklaşım
farkıdır. Benim bu konuda özellikle İsviçre ve Almanya’daki uygulamayı örnek
almamın en önemli sebeplerinden birisi bu felsefeye bağlı olarak bu
uygulamanın temelini oluşturan Türk Medeni Kanunun İsviçre’den alınması ve
de bununda Almanya’dan alınmasıdır. Yoksa sempati ile ilgili değildir. Her
iki ülke hukuk felsefesini Roma Hukukundan almaktadır. Yazılı Kurallara
dayalıdır. Uygulamada aile ve bireyle ilgili olarak Özel Hukuk ile Kamu
Hukuku ayrı ayrı ele alınmıştır. Kıta Avrupası hukuku denilen bu uygulamadan
başka Anglo-Sakson veya Commen Low hukuku denilen başta İngiltere ve
Amerika’da uygulanan bir hukuk uygulaması ve bir sosyal felsefe vardır. Bazı
alanlardaki uygulamada bazen yaklaşsalar da Yargıcın öne çıkarıldığı bu
ikinci uygulama arasında felsefe açısından önemli farklılıklar vardır.
Biliyorsun İngiltere’de arabaların direksiyonları da farklı yerdedir. Ama
oda arabadır. Trafikte ona göre düzenlenmiştir. Bu uygulama Kıbrıs’ta da
vardır. Ve bu farklılıktan dolayı oraya giden birçok genç kazalar sonucu
yaşamlarını kaybetmiştir. Bu yaklaşım ve sistem ile ilgili en son örneği
İngiltere’de görmek mümkündür. Aile ile ilgili bazı uygulamalarda dinsel
kurumların bazı kararlar vereceği ancak bunun sınırları olduğu yeni bir
uygulama başlatılmıştır. Çok hukuklukta diye de sunulmak istenen bu konu
kendi sisteminin içinde doğal karşılanan bir uygulamadır. Ancak bu onların
benimsediği sosyal felsefe ve hukuk normu çevresinde doğal karşılanabilir.
Fakat böyle bir uygulamanın Kıta Avrupasında uygulanması tarihsel ve sosyal
geçmişten dolayı öyle kolay değildir. Böyle bir durum gündeme geldiği
takdirde ise şimdiye kadar bu konuda oluşan uzlaşmanın bozulma riski doğal
olarak ortaya çıkacaktır.
Bu ikili arasındaki farklılıklar ülkemizde hukuk başta olmak üzere sosyal
hizmet alanında doğal olarak önemli kavram kargaşalarına neden olmaktadır.
Özellikle son zamanlarda bu konudaki uygulamalarda Kıta Avrupası yerine
başta İngiltere ve Amerika’daki örneklerin öne çıkarılması ile bu kargaşanın
arttırıldığını düşünüyorum. Bazen ters direksiyonlu arabayla gitmeye
benzetiyorum bazen de Çin yemek çubuğu ile çorba içmeye çalışılmasına
benzetiyorum.
Aziz ŞEKER: Çocuk Koruma (ma) Kanunu kitabınızda bu konuya nasıl
değiniyorsunuz?
Nihat TARIMERİ: Çocuk Koruma (ma) Kanunu kitabımda bu konuları incelemeye
çalıştım. Özellikle de bu yönde çocuk ve gençlerin haklarının kısıtlamasına
kadar giden çeviriler ile yapılan kavram kargaşalarının yanında ilgili
analizlerimi yansıtmaya çalıştım.
Benim açımdan bu kavram kargaşalarından önemli yansımalarından birisi çocuğu
koruyoruz, diye ortaya çıkıp çocuk ve gençlere yönelik ceza kanunu
uygulamalarına yansıtılanlardır. Bunun için Çocuk Hakları Sözleşmesindeki
Hakları bile değerlendirmeyerek dünyada Çocuk Ağır Ceza Mahkemelerini kuran
tek örnek olduk. Bunu Çocuk Koruma Kanunu başlığında “koruma”nın öne çıktığı
bir kanun ile yaptık. Asıl ilginci bu konuya ilgililerden ne de toplumdan
hiç tepki verilmemesidir. Bu bile bizim çocuğun korunup kollanması ile
ilgili ne konunun sosyal felsefesini ne de hukuk felsefesinin
benimsenmediğinin maalesef en güzel göstergesidir. Bu kavram kargaşasının
diğer bir yansıması ise yurttaşlık ya da medeni kanun uygulamasındaki resmi
vesayet kurumu ile ilgili durumdur. Özellikle alandaki birçok kavram
kargaşasını içeren bu durumların sosyal hizmet uygulamalarını ve bakışını
önemli ölçüde etkilediğini ve belirlediğini görmekteyim.
Aziz ŞEKER: Avrupa’dan örneklerle yola çıktığımızda ne tür düzenlemeler
yapılmalıdır?
Nihat TARIMERİ: Bunu yanıtlarken gene yurttaşlık hukukunun tarihsel ve
sosyal arka planlarını ve bunun sosyal hizmetlere nasıl yansıyarak
dünyevileştiğini diğer bir deyimle vicdan ve merhametten; hak ve hukuka
nasıl dönüştüğünü daha iyi analiz etmek gerektiğini düşünüyorum. Bu arka
planı bildiğimiz takdirde ise ne yapılması gerektiğinin ortaya çıkacağını
düşünüyorum.
İstersen konumuzla ilgili çok temel ve basit bir örnekten yola çıkalım.
Bildiğiniz gibi Hıristiyanlıkta bir vaftiz babalığı uygulaması vardır.
Dinsel topluluğa ait olmanın tescil edilmesi bağlamında doğan her çocuk
bağlı olunan kilisede din görevlileri tarafından vaftiz edilir. Bir kimlik
kazandırılır. Çocuktan önce aile olarak anne baba sorumlu iken baba veya
anneden birinin olmadığı zaman onun sorumluluğunu dinsel topluluk adına
yerine getirmesi amacıyla bu konuda yapılan dinsel ritüelde aynı dinsel
topluktan fakat aileden olmayan bir vaftiz anne ve baba ayrıca ilan edilir.
Dolayısıyla çocuğun ailesi dışında gerektiği zaman korunup kollanması ile
ilgili bir uygulama söz konudur. Bu dinsel uygulama; yurttaşlık hukuku
bağlamında ailenin sorumluluk ve görevlerini yerine getirmediği durumlarda
uygulanan vasilik ve kayyumluk şeklinde dünyevileştirilmiştir. Hukuksal bir
araca dönüşmüştür. Bu hukuksal araç yetişkinler içinde sosyal yoksunluk
halinde kullanılan bir araçtır. Yurttaşlık hukuku çevresinde bu şekilde
kullanılarak dinsel toplulukların kullanımından ve kurallarından, uygulama
ayrıştırılmıştır. İnsan odaklı hale getirilmiştir. Toplumun ortak alanına ve
sorumluluğuna bu şekilde taşınmıştır. Bireyin topluluğuna karşı özgürleşmesi
hedeflenmiştir. Çocuk dâhil yetişkinlerin kamusal olarak korunup kollanması
sosyal koruma bağlamında sosyal hizmet açısından dünyevileşmiştir. Bu
konudaki harcamalarda dinsel topluluk harcamasından çıkarak kamusal kaynağı
oluşturan vergi verenlerin harcamasının bir parçası haline gelmiş olup hak
ve hukuk bağlamında sorgulanırlık sağlanmıştır. Öte yandan eğitimde
uygulanan yöntemleri bu gelişmelerin bir parçası olarak görebiliriz. Aileler
çocuklarının eğitimleri ile ilgili sorumlulukları varken bu konuda dinsel
toplulukların korunma ihtiyacında olan çocukların bakım ve eğitime yönelik
yatılı kurumları oluşturduğunu görmekteyiz. Toplumsal değişme, savaşlar ve
sanayileşme ile ortaya çıkan sorunlar bu yapıları daha ön plana çıkarmıştır.
Uygulanan eğitim yönteminin ezberci sert ve disiplin odaklı olması nedeni
ile 1770’lerde İsviçreli Pestolozzi gibi reformist eğitimciler eğitim
yöntemlerinin gelişmesinde etken olmuştur. Bu süreçte eğitimde
dünyevileşerek dinsel toplulukların parasal kaynaklarından kamu
kaynaklarının kullanıldığı bir yapıya dönüşmüş ve aynı zamanda yurttaşlar
hukukunun bir parçası olmuştur. Dinsel topluluklar tarafından sosyal
yoksunluk içindeki yetişkin ve yaşlılara yönelik yapılan sosyal yardım dâhil
koruyup kollamaya yönelik bakımı içeren örgütsel yapıda yurttaşlar hukukunda
yer alan dernek ve vakıf ile ilgili düzenlemeler de dünyevileştirilmiştir.
Hayırseverliğin dünyevileştiği sosyal hizmetlerinde bir parçası, bir
uygulaması haline gelmiştir. Vicdan ve merhamet, hak ve hukuka dönüşmüştür.
Bu gelişmenin yoğun olarak yaşandığı Almanya’da 1900 yılındaki Yurttaşlık
Hukuku ile dünyevileşen ve bugünkü sosyal hizmetlerin temelini oluşturan bu
araçlarla ilgili özel çalışmaların ve araştırmaların yapılmasının konunun
daha iyi anlaşılması için gerekli olduğunu düşünüyorum. Bu şekilde birçok
uygulamanın sosyal felsefesini anlayarak özellikle birçok sosyal hizmet
uygulamasını daha bilinçli olarak uygulamamız söz konusu olabilir. Bu
şekilde sosyal hizmet uzmanı olarak çalışanların konumlandırılmasını daha
verimli yapabiliriz.
Gene örneğin dinsel toplumların kendi örgütlenme yapılanması içinde vicdan
ve merhamet bağlamında hayırseverlik ve sosyal dayanışma için bir dinsel
görev olarak yürütülen çocuğun korunup kollanması ile ilgili işlev
yurttaşlık hukukunda bir Resmi Vesayet Kurumu şeklindeki kamusal göreve
dönüştürülerek ailenin ve dinsel topluluğun çocuk üzerindeki
sahiplenilmesine bir sınırlama getirmiştir. Bu kamusal görevi bu açıdan
düşünmek gereklidir.
Ayrıca dinin devlet yapılanması ile ilişkisinin düzenlendiği sekülerleşme
veya laikleşme ile birlikte her dinsel topluluğun kurumları
dünyevileştirilmiş kurallar çerçevesinde sosyal dayanışma ve hayırseverlikle
ilgili uygulamalar bu süreçte kurumsal olarak devam etmiştir. Bu konuda
sadece çocuğun korunup kollanması değil çocuk ve gençlerin boş zamanın
değerlendirilmesinin yanı sıra sosyal danışmanlıkla birlikte evde hasta
bakımında dâhil olmak üzere hastane işletmeliği, yaşlılara yönelik bakım
dâhil birçok destek hizmetleri gibi sosyal hizmet amaçlı hizmetler
oluşturulmuştur. Örneğin Almanya’da Katolik inancında olanlar Caritas
adında; Protestan, Reformist veya Evangelist diye tanımlanan inanca sahip
olanlar Diakones Werk adlı yapılanmalarla bunu devam ettirirken Sendikalar
ise Arbeiterwohlfahrt adlı bir yapı ile örgütlenmişlerdir.
Bu örgütsel yapılar için 1923 yılında Gençlik Sosyal Yardım ve Destek Yasası
ile çocuğun korunup kollanması ile ilgili olarak Resmi Vesayet Kurumu olan
Gençlik Daireleri ile oluşan işbirliğinin ilkeleri belirlenmiştir. Bu
örgütler uygulamanın bir parçası haline gelmiştir. Bu şekilde aile ile
birlikte yaşanan toplulukta çocuğun korunup kollanmasında bir öğe olmuştur.
Bu yasadan bir sene sonra ise bu yapıya bağlı olarak çocuk ve gençlere
yönelik gençlik ceza hukukunda yapılan düzenleme ile de Gençlik Mahkemeleri
kurulmuştur. Bu bağlamda Gençlik Dairelerinde Gençlik Mahkemesi Yardımı
şeklinde bir yapı kurularak Gençlik Dairesi bu ceza hukuku uygulamasının bir
parçası haline getirilmiştir. Özellikle bir kamusal görevin ve yükümlülüğün
ön plana çıktığı bu yapıda Gençlik Dairesince çocuk ve gencin koşullarını ve
buna yönelik kamusal görevleri belirleyen bir raporlama çalışması ve
öneriler bu ceza hukuku uygulama sürecinin temel bir parçası haline
getirilmiştir. Düzenlenen bu rapor uygulamada bir delil niteliğinde
değerlendirilmiştir. Bu şekilde çocuk ve gençlere öncelikle eğitimin
odaklandığı ceza hukuku ile yurttaşlık hukuku arasında bir bağlantı
oluşturulmuştur. Bu işleyişte bu örgütlerde verdikleri hizmetler
çerçevesinde Gençlik Dairesinin gözetiminde yer almışlardır. Bu hizmetlerin
daha sonra Çocuk ve Gençlik Koruma Yasası başlığı altında düzenlenmiş olup
uygulama hâlâ bu temel çevresinde yürütülmektedir.
İsviçre’de ise bu ilişki İsviçre Yurttaşlar Yasasının 371. maddesindeki
düzenleme ile sağlanarak çocuk ve gençlere yönelik bir ceza uygulaması
öncesi Resmi Vesayet Kurumları ile ilgili işbirliği zorunluluk haline
getirilmiştir. Dinsel topluluklara dayalı bu örgütlenme yapıları veya bu
konular ile ilgili diğer yapılar ise ancak bu resmi vesayet kurumu üzerinden
sürecinin bir parçası olabilmektedir. Ancak bu dinsel yapılanmada din
kurumunun öne çıkması engellenmiştir.
Doğal olarak çocuğun ve gençlerin korunması ile ilgili Yurttaşlar Hukukunun
kısaca anlatmaya çalıştığım gibi bir sosyal/tarihsel arka planı ve bir alt
yapısı bulunmaktadır.
Bu örgütlenme yapısı oldukça önemlidir. Özellikle ülkemizde SHÇEK veya bir
çocuk sorunu olduğu zaman yurtdışında sivil toplum örgütleri de bu
hizmetleri yürütüyor, neden bizim ülkemizde yürütülmüyor şeklinde bir söylem
dile getirilmektedir. Hâlbuki bunu dile getirenlerin bu sistemin nasıl
olduğunu nasıl işlediğini tam olarak bilmediklerini düşünüyorum. Şayet bu
sistem bilinerek dile getiriliyorsa o zaman bunu sosyal hizmet açısından
olmak üzere yurttaşlık hukuku açısından da oldukça tehlikeli ve iyi niyetten
uzak bir yaklaşım olarak görüyorum. Böyle bir yapı önce açıkladığım gibi
öncelikle din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılarak başta hayırseverlik
gibi dinsel kurumların dünyevileşmesi sekülerleşme veya laikleşme ile
sağlanmıştır. Ortak bir değer olarak kabul edilen “yurttaşlık” kavramı
çerçevesinde oluşturulan hukuk ile güvence altına alınması sağlanmıştır.
Bunun bir kamu görevi olarak yürütülmesine yönelik bir yapı ve araçlar
oluşturulmuştur. Bu yaklaşım ve bu yapı olmadan bu şekilde bir yapının
oluşturulmak istenmesi birçok sorunu ortaya çıkaracaktır.
Almanya’da Gençlik Dairesi denilen Resmi Vesayet Kurumu yapılanması ile
işbirliğinde olan bu örgütlenmede yer alan örneğin sendikaların oluşturduğu
Arbeiterwohlfahrt örgütü 1919’da kurulmuştur. 600.000 aidat ödeyen üyesi
bulunmaktadır. 100.000 üzerinde gönüllü çalışanı ile birlikte 10.000 sosyal
hizmet biriminde 140.000 çalışanı ile hizmet vermektedir. Katoliklerin
örgütü Caritas ise 1897’de kurulmuştur. 24.000 üzerinde hizmet noktasında
500.000 resmi ve gönüllüler ile birlikte sosyal hizmetler vermektedir.
Protestanların örgütü Diakones Werk ise 1848’de kurulmuştur. 27.000 noktada
500.000 civarında gönüllü ve çalışan ile hizmet vermektedir. Bunlara
Musevilerin örgütü de dâhil olup yasal olarak kurulmuş bir birlik
çerçevesinde sistemde ve uygulamada yer almaktadır. Türk vatandaşlarına
yönelik bu şeklide bir örgütlenme yapısı resmi olarak yoktur. Bunun sebebi
ise İslam’ın resmi bir din olarak halen Almanya’da tanınmamasıdır.
Ortada bizim bahsettiğimiz ve gördüğümüz gibi bir sivil toplum örgütü
denecek örgüt yapısı yoktur. Zaten burada sivil kelimesinin yanlış
kullanıldığını düşünüyorum. Asıl tanımlandığı gibi NGO’daki Non Goverment
yani devlet dışı örgütlerdir. Devletten bağımsızdır. Sürekli üyelerinin
aidat ödediği ve bu aidat ödeyenlerin hesap sorduğu sorguladığı ve bunun
güvence altına alındığı bir yapı vardır. Bir dini inanışla bağlantılı olsa
bile dünyevi bir yapıdır. Ayrıca bu yapı Roma Hukuk yaklaşımının bir
ürünüdür. Bu yapıyı İngiltere’deki veya Amerika’daki uygulamalar ile de
birlikte değerlendirmemek, karıştırmamak lazımdır. Ortada iki farklı hukuka
ve laikliğe bakış söz konusudur. Bazen bu konuda yanlış ve eksik
değerlendirmeler bu farklılıklar değerlendirilmeden yapılmaktadır. Bu da
ülkemizdeki kavram kargaşasını daha bir derinleştirmektedir.
Kamu harcamalarının kaynağı ve oluş şeklide bu sistemde önemlidir. Bugün
İsviçre’de 18 yaşını giren herkes ister çalışsın ister annesinin babasının
yanında yaşasın; yaşadığı yere vergi beyanında bulunarak bir yurttaş ve
vergi veren ilişkisine girmektedir. Bu şekilde kullandığı oy ile verdiği
verginin nereye harcandığı konusunda bir kültürün parçası haline
gelmektedir. Başta sosyal koruma amacı ile yapılan harcamalar dâhil kamu
harcamaları için toplanan vergilerin %70 gibi önemli bir oranı bu beyana
dayalı vergiler ile sağlanır. Bizde bu oran %30 dolayında olup dolaysız
vergiler ve borçlanma kamu harcamalarının temel kaynağını oluşturmaktadır.
Bu ise bu harcamayı yapanlara hesap sormayı ve sorgulamayı engelleyen temel
bir unsurdur. Bu bireyin, yurttaşın özgürleşmesini engelleyen bir noktadır.
O yüzden bu farklılıklardan yola çıktığımız zaman örneğin Almanya’da ve
İsviçre’de ister kamudan ister bu örgütlerden yapılan sosyal hizmet amaçlı
harcamalar olsun, bizde olduğu gibi Allahın bu topluma karşılıksız olarak
gönderdiği bir para değildir. Bir karşılığı vardır. Hesap sorulurluğu
vardır. Ayrıca bu sistemde din hizmeti için ayrıca alınan bir vergi söz
konusu olup bu kamu tarafından toplandıktan sonra ilgili örgütlere
dağıtılarak bu konuda sınırlar belirlenmeye çalışılmıştır.
Bu nedenlerden dolayı sosyal hizmetler, vergi veren toplumlarda ve de laik
bir sistemde en temel kurumlardan birisidir. Vergi verenle bu vergiyi
harcamak için yetkilendirdiği siyasetçiler ile ilişkisini de
belirleyebilmektedir. Dolayısıyla bazen dünya siyasetine yansıyan bir boyut
vardır. Bunun ile ilgili en son örnek ABD’deki Obama yönetiminin sağlık
hizmetinden yoksun %15’ün üzerindeki bir topluluğa yönelik yaptığı sağlık
reformu çalışmasıdır. Bu reforma karşı çıkan özellikle dinsel topluluk
liderleri bu reform uygulamasını aşırı solculuk, komünistlik ya da yaşlı
Avrupalılık olarak eleştirmişlerdir. Buna karşılık maddi yoksunluk içinde
olan ve sosyal olarak dışlanmış kişilerin belli bir sağlık güvencesine
kavuşması karşılığında orta ve uzun vadede bu dinsel toplulukların finansal
krizlere girecek olmalarının bu eleştirilerin kaynağı olduğunu belirten
görüşlerde dile getirilmiştir.
Bu konu ile ilgili diğer bir örneği İspanya’dan vermek mümkündür. Bilindiği
gibi İspanya hem koyu bir Katolik gelenekten hem de bu geleneğin desteği ile
Franko döneminden AB sürecine geçmiştir. Özellikle AB sürecinde Avrupa
Sosyal Şartı kapsamında olmak üzere sosyal koruma bağlamında AB uyum
yasaları çevresinde yaptığı düzenlemeler çerçevesinde yeni bir döneme
başlamıştır. 2009 yılında yapılan son seçimde Zapatero hükümetinin AB’ye
uyum kapsamında eşcinsel evliliklerini yurttaşlar yasasında yapacağı
değişikle ilan etmesine rağmen seçilmesi bu değişime en güzel örneklerden
biridir. Bu sonuç seçim sürecinde Katolik kilisesinin kurumsal olarak
muhalefetle birlikte hareket etmesine rağmen sağlanmış olup bazı gözlemciler
İspanyanın artık Laik bir devlet olduğuna vurgu yapmışlardır.
Bizdeki durumu ise bu açılardan isterseniz daha sonra değerlendirelim.
Özellikle Yurttaşlık Hukuku ve sosyal hizmetler ile ilgili bu gelişmeler ve
oluşan bu yapı çerçevesinde gördüğünüz gibi yurttaşlar hukuku bağlamında
başta çocuk ve gençlerin yanı sıra tüm bireylerin korunup kollanması ile
ilgili savunma hizmeti, sağlık hizmeti gibi kamusal bir görev ve yükümlülük
ortaya çıkmaktadır. Bu da bu konuda nitelikli personel ihtiyacını
dolayısıyla da sosyal hizmet mesleği ihtiyacını gerekli kılmıştır. Bu
sistemin olmazsa olmaz bir parçası olmuştur. Din kurumunun ve onun
görevlilerine bırakılmamıştır. Hiçbir şekilde bizde olduğu gibi sosyal
hizmet uzmanı ne yapar şeklinde eğitilmiş insanların bile soruları ile
karşılaşılmayan bir durum söz konusudur. İhtiyaç ve vergi verenin parasının
doğru şekilde harcanmasının yanı sıra hak ve hukukun uygulanma ihtiyacı en
temel belirleyici unsur olmuştur.
Özellikle Almanya’daki sosyal hizmet eğitimine baktığımız zaman; Berlin’deki
Freie yani özgür üniversite gibi adlandırmaların yanı sıra Köln veya
Aachen’de olduğu gibi bazı sosyal hizmet bölümlerinin olduğu yüksekokulların
önünde geldikleri gelenekler ve dinsel topluluk açısından katolik veya
evangelist gibi dinsel topluluklarla ilgili adlandırmaların olmasına rağmen
sağlanan toplumsal uzlaşma ve laiklik ilkeleri çerçevesinde tüm yurttaşlara
inancın öne çıkarıldığı bir eğitimin verildiğini görebiliriz. Bu durum bizde
1960’larda başlayan akademik sosyal hizmetinin diğer ülkelerdeki geçmişi
konusunda da bir örnek olabilir diye, düşünüyorum. Bu arada son zamanlara
bazı üniversitelerde hızlı bir şekilde gündeme gelip sosyal hizmetler
bölümlerinin açılması bağlamında bu konuda bir eksiklik olarak gördüğüm
sosyal eğitmenlik boyutunun ayrıca analiz edilip değerlendirilmesi
gerektiğini, düşünüyorum.
Aydınlanma ve buna bağlı olarak Modernleşme sürecinde ülkemizdeki
gelişmelere ve de çocuğun korunup kollanması bağlamında yurttaşlar hukuku
açısından bir karşılaştırma yaptığımızda buna Osmanlı dönemindeki dinsel
uygulamalardan başlayabiliriz. Örneğin İslam hukukuna göre kan bağından
dolayı evlat edinme kurumu benimsenmiş bir uygulama değildir. Kimsesiz bir
çocuğun yetiştirilmesi ise sevap olarak görülmekle birlikte miras hakkından
yararlanılmadığı gibi bazı durumlar söz konusudur. Yurttaşlık Hukukundaki
evlat edinme uygulamasının dinsel kurum açısından bizde dinsel olarak bir
karşılığını bulmak zordur. Öte yandan vasilik ve kayyumluk bağlamında
geleneksel bir kurum olarak kirveliği de uygulamada görebiliriz. Tanzimattan
sonra ise Mithat Paşa’nın kimsesiz çocuklara yönelik yatılı bakım ve eğitim
kurumlarının yanı sıra azınlıklarında bu konuda bir kurumsal yapı içinde
olduğunu görmek mümkündür. Başka ailelerin yanına çalışma koşulu ile
yerleştirme şeklindeki “besleme” uygulaması bir koruma uygulaması olarak
uygulamada yer almıştır. Cumhuriyet Döneminde ise bu konuda en yaygın
yapılanmayı Atatürk’ün öncülüğünde Çocuk Esirgeme Kurumu (Himayeyi Etfal
Cemiyeti) şeklindeki yapılanmada görmekteyiz. Gene İslam uygulaması
bağlamında yer alan fitre ve zekâtın hâlâ kurumsal yapıya dönüştürdüğümüzü
görebilmek zordur. O yüzden bu konuların sosyal felsefe ve uygulamalar
açısından ayrıca ve özellikle tartışılması gerektiğini düşünüyorum. Bu
konularda çokta güzel Akademik çalışmalar yapılabilir
Aziz ŞEKER: Bu gelişmeler ışığında başta hukuksal olmak üzere sosyal hizmet
uygulamaları açısından önemli farklılıkların olduğu görülüyor mu?
Nihat TARIMERİ: Evet; aynen bu şekilde biz bu konuda kendine özgü bir sistem
oluşturduğumuz için ve en son 2005’de yürürlüğe giren Çocuk Koruma Kanununda
çocuğunun kaynak gösterilen ülkelerdeki gibi gösterilmediği için kitabımın
başlığını Çocuk Koruma(ma) Kanunu olarak koydum. Bu konuda dürüst olmak
istedim. Ortada birde samimiyetsiz bir yaklaşım gördüğüm için gelişmeleri
tarihi bir not olarak kaydetmek istedim.
En azından koruma adı ile yola çıkıp Çocuk Ağır Ceza Mahkemesinin
kurulmasını bu konu ile ilgili bir kişi olarak kabul etmem hiçbir şekilde
mümkün değil. Ayrıca bu konuda örnek alınan Almanya’da daha önce anlattığım
gibi Yurttaşlık Hukukuna dayalı bir kurumsal yapı kurulmuş iken ve bu
kurumsal yapı içinde düzenlenen raporun delil olarak nitelendirilmesi
Gençlik Ceza Hukukunun bir parçası haline getirilerek uygulamanın 1924
yılından beri ceza yerine çocuk ve genç odaklı gelmiş olması nedeni ile en
azından bizim uygulamamız 1924 Almanya’sından ileri değildir. Bu somut
durumu ülkemin çocuk ve gençlerine yakıştıramıyorum. Uygun görmüyorum.
Yakıştıranları da izliyorum…
Aziz ŞEKER: Biraz açar mısınız?
Nihat TARIMERİ: En azından koruma adı ile yola çıkıp Çocuk Ağır Ceza
Mahkemesinin kurulmasını bu konu ile ilgili bir kişi olarak kabul etmem
hiçbir şekilde mümkün değildir. Öte yandan medeni kanun ile ilgili hukuksal
uygulamayı ceza hukuku kapsamında uygulamaya yönelik kanunda temel bir
yaklaşım var. Bu aslında kanunun temel sorunlarından biridir. Ticaret ile
ilgili mahkeme bir ailenin boşanmasına karar verebilir mi? Bu aynı şeydir.
Aslında her iki alanında uzmanlık alanları farklıdır. Konuya bu açılardan
baktığınız takdirde kanun başta yurttaşlar hukuku olmak ile birlikte sosyal
hizmetler ve ceza hukukunu ilgilendiren birçok sorunu içermektedir.
Ayrıca bu konuda örnek alınan Almanya’da daha önce anlattığım gibi
Yurttaşlık Hukukuna dayalı bir kurumsal yapı kurulmuştur. Bu kurumsal yapı
içinde düzenlenen raporun delil olarak nitelendirilmesi Gençlik Ceza
Hukukunun bir parçası haline 1924 yılında getirilmiştir. Gençlik
Dairesindeki Gençlik Mahkemesi Yardımı ile ilgili birim tarafından yapılan
çocuk ve gencin tüm sosyal koşullarına yönelik raporlama çalışması Gençlik
Mahkemesi başlığı altında yürütülen tüm yargılama sürecinde bir delil olarak
işlev görmesi sağlanmıştır. Dolayısıyla ceza odaklı yaklaşım 1924 yılında
çocuk ve genç odaklı hale gelmiştir. Yani çocuk, insan yerine konmuştur.
Özellikle bu yurttaşlık hukuku ve sosyal hizmet uygulaması bağlamındaki bu
raporlama ve rapor daha sonra Çocuk Hakları Sözleşmesi ve buna bağlı gençlik
yargılamasındaki ilkeleri belirleyen Pekin Kurallarına da yansımıştır. 16.
maddede bir evrensel hukuk kuralına dönüşmüştür.
Tüm bunlara rağmen 2005 yılında yürürlüğe giren Çocuk Koruma Kanununa bunlar
Anayasanın 90. maddesine rağmen hiçbir şekilde yansıtılmamıştır. Hazırlık
çalışmalarına ve bu konuda oluşturulan kavram kargaşalarını birlikte
değerlendirildiğimizde ise bunlar uygulamaya yansıtılmak istenmemiştir. En
azından 1924 yılından beri uygulanan evrensel model ve uygulama çocuk ve
gençlerimize layık görülmemiştir. Bu nedenden dolayı Almanya’daki 1924
yılını temel olarak aldığımızda çağdaş diye söylenen uygulama 1924 yılından
geri bir uygulamadır. Aradaki fark 85 senedir. Bu şekilde 1880’lerden beri
uygulamanın temelini oluşturan ceza odaklı uygulamanın ve yaklaşımın devam
etmesi sağlanmıştır. Konuya bu açıdan baktığımızda üzüntü verici bir durum
karşımıza çıkmaktadır. Böyle bir duruma entelektüel açıdan kavram
kargaşaları ile bazı katkıların olması daha da üzüntü vericidir.
Aziz ŞEKER: Karamsarlığınızın gerekçesini anlatır mısınız?
Nihat TARIMERİ: Bunları bana ortaya çıkan durum düşündürmektedir. Bunda en
önemli nedenlerden biri kanun hazırlama döneminde özellikle dünyadaki
uygulamaları karşılaştıran bir yayında karşılaştığım durum etken olmuştur...
Bu yayında çocuk mahkemeleri kanununun yeniden düzenleme çalışmalarına örnek
olması için bir çalışma yapıldığı anlaşılmaktadır. Hukuk ile ilgili
akademisyenlerin bir çalışmasıdır. Almanya’daki gençlik ceza kanununa
yönelik uygulamalar model uygulama olarak gösterilmektedir. Bu yönde bazı
Alman akademisyenlerin makaleleri Türkçeye çevrilmiş bazıları ise doğrudan
sistemi anlatan makalelerdir. Özellikle sosyal hizmetle ilgili çeviri
yanlışlıklarını bir yana bırakırsak uygulama için Almanya’nın örnek
gösterildiği bir makalede özellikle Gençlik Dairesindeki Gençlik Mahkemeleri
Yardımı şeklinde ki birimden çeviri eksiklikleri ile birlikte
yansıtılmıştır. Bu birimden sadece “jugengerichtshilfe” diye Almanca olarak
bahsedilerek nasıl bir yapı içinde yer aldığı konusunda hiçbir bir bilgi
verilmemiştir. Ayrıca uygulamanın temelini oluşturan ve bu açıdan bir delil
olarak nitelenen bu birimin düzenlediği rapor ise bilirkişi raporu olarak
gösterilerek uygulama ile ilgili bilgi eksik olarak yansıtılmıştır.
Bu eksik yansımaya dayalı yaklaşım ise yeni düzenlemeye daha sonra aynen
yansıtılmış ve uygulamanın ceza uygulaması olarak devam edebilmesi içinde
sosyal inceleme raporunun işlevi ve tanımı değiştirilmiştir.
Aziz ŞEKER: Nasıl?
Nihat TARIMERİ: Almanya’daki Gençlik Dairesi tarafından yapılan raporlama
çalışması daha önce aktardığım gibi bir sosyal felsefenin yurttaşlık
hukukuna yansımasının bir ürünüdür. Dolayısıyla 1924 yılında Gençlik
Mahkemelerini kurmaya yönelik düzenleme ile ceza hukuku uygulamasının bir
parçası haline getirilmiştir. Sosyal durum ve koşulların yanı sıra çocuk ve
gencin geleceğe yönelik yararı veya uygulanacak cezanın etkilerini
belirlemeye yönelik bir resim ortaya konularak çocuk ve gencin yarar ve
esenliğinin korunması bu şekilde sağlanmaktadır.
Bizde ise bu konu 1880 İtalya Ceza Kanunun devamı niteliğindeki Türk Ceza
Kanununda yer alan ceza sorumluluğu bağlamında değerlendirilerek Türk Ceza
Kanununun 31. maddesinde bahsedilen duruma dayandırılmıştır. Bu durum,
çocuğun işlemiş olduğu fiilin bir yetişkin gibi hukuki anlam ve sonuçlarını
algılayıp algılamadığı ile ilgilidir. Bu yaklaşım ile aslında örneğin 14
veya 15 yaşında bir genç, bir genç olarak değerlendirmek istenmemektedir. Bu
gençteki kendi kişilik gelişiminin yanı sıra doğadan dolayı yaşamak zorunda
kaldığı gelişim evreleri bile görmezden gelinerek bir yetişkinden farklı
olduğunu kanıtlaması gerekmektedir. Bu halin belirlemesinde sosyal inceleme
raporu bir araç olarak kullanılmaktadır. Dolayısıyla başta bu işlev
açısından Almanya’daki uygulamadan ayrışıldığı bir durum söz konusudur. Öte
yandan bu durum gene aynı kanunun 32. maddesinde bahse konu olan akıl
hastalığı ile aynı hal olup böyle bir durumda ise ceza sorumluluğunun
bulunmadığına yönelik bir düzenlemede yer almaktadır.
Böyle bir çelişkiye rağmen bunun için 2005 yılından önceki uygulamada bu
durum ile ilgili ayrı ayrı işlevler açısından iki farlı raporlamanın söz
konusu olduğu değerlendirilmemiştir. Bu raporlardan birisi işlenen fiilin
algılanıp algılamayla ile ilgili olan farik ve mümeyyizlik diye adlandırılan
bir rapordu. Bu rapor adlı tıp uzmanları tarafından düzenlenirken diğer
rapor ise sosyal koşullar ile ilgili sosyal inceleme rapordur. Bu raporu ise
mahkemede görevli uzman düzenlemekteydi. Bu iki farklı işlevi olan bu
raporlar son düzenleme ile muhteşem bir şekilde teke indirilerek sosyal
inceleme raporu artık budur denmiştir. Hâlbuki bu konuda hem evrensel bir
hukuk kuralının hem de iç hukukumuzun bir parçası olan BM Pekin Kuralının
16. maddesinde bahsedilen ve uygulamada 18 yaşına kadar tüm vakalarda
uygulamasını zorunlu kılan sosyal araştırma raporu ile ilgili tanım ve
işlevden farklıda bir uygulama ortaya çıkmıştır. Başta bu evrensel tanım ve
işlevin örtüşmediği bu kendine özgü durumun bu şekilde algılanması ve
uygulanması istenmiştir. Özellikle bu durumu ve kanunun genelindeki
yaklaşımı TV deki sigara yasağı ile ilgili uygulama ile eşdeğer görüyorum.
Aziz ŞEKER: Nasıl bir bağlantı var?
Nihat TARIMERİ: Biliyorsunuz özellikle gençlerimizi sigaranın zararlarından
korumak için TV de sigara içilen sahnelerin gösterilmemesine yönelik cezada
içeren bir uygulama başlatıldı. Bunun için sigara içilen sahnelere ya
mozaikleme ya da çiçek resimleri konmaya başlandı. Ama çiçek veya mozaik
resimlerini gördüğün zaman yayılan dumanla sigara içildiği gene anlaşılıyor.
Yasağın anlamı ne o zaman. Hepimizi bu uygulama ile aptal yerine koyuyorlar
ve senin benim orada sigara içilmediğini düşünmemiz gerektiğine yönelik bir
algı yönetimi söz konusu.
Bu nedenden dolayı sosyal inceleme raporu için örnek alınan ülkedeki
uygulamaya ve evrensel kurallara rağmen bu şekildedir, denilip öncelikle
çocuğun cezalandırılması hedeflenmektedir. Bu gerçeği mutlaka görmemiz
gerekmektedir. Kanundaki koruma kavramı sadece uygulamayı algılama açısından
perdelemektedir. Bu yüzden ortada entelektüel dürüstlük ve samimiyet sorunu
vardır.
Birde raporun mahkemedeki sosyal hizmet uzmanları dâhil sosyal çalışma
görevlisi diye adlandırılan kişiler tarafından düzenlenmesi ile de önemli
bir sorun vardır. Böyle bir uygulama yani böyle bir işlev için doğrudan
mahkemeye bağlı kişilerin çalıştırıldığı bir uygulamada ülkemizden başka bir
yerde uygulanmamaktadır. Bu raporlama daha önce söylediğim gibi ya resmi
vesayet kurumu şeklindeki bir yapı tarafından yapılmaktadır. Ya da savcılık
uygulamasının bir parçası olarak yapılmaktadır. İsviçre’de benim yaptığım
gibi. Rapor dolayısıyla iddianamenin bir parçası olmalıdır ve yargısal
süreçte bir delil niteliğinde işlem görebilmelidir. Hukuk felsefesi gereği
de bu şekilde olmalıdır. Bir bilirkişi raporu olarak ve hâkimin isteğine
göre düzenlenen keyfiliğe açık bir rapor asla değildir.
Aziz ŞEKER: Bizdeki uygulama yani oldukça bize özgü, sakıncaları yok mu?
Nihat TARIMERİ: Evet oldukça bize özgüdür. Öyle olmasının istendiği
anlaşılıyor. Şimdi bizdeki uygulamada bir taraftan bu rapora bilirkişi
raporu diyorsunuz öbür taraftan bilirkişi olarak tarafsız ve bağımsız olarak
yeminli bir görev yürütülmesi gerektiği yönünde düzenleme yapıyorsunuz. Kime
karşı hâkime karşı. Hâkim sizin için izin dâhil tüm süreçte bir amir
pozisyonundadır. Sicilinize etki edebiliyor. Sonra yapacağınız görevle
ilgili masrafın belirlemesinde etkili. Raporun içeriğine yönelik talep
sırasında istediği kısıtlamayı yerine getirmesi söz konusudur. Yapmak
istediğin mesleki göreve de istediği sınırlamayı getirebilecek bir konumda.
Ortada bağımsız ve tarafsız bir görevin yürütülmesini engelleyecek ve etki
edebilecek birçok faktör bulunmaktadır. Karar verene karşı tarafsız ve
bağımsız olunmadığı ve bunun korunmadığı bir durum söz konusudur. Bir baskı
anında veya yönlendirme durumunda bunun güvencesi olmadığını görebiliriz. Bu
nedenle adil yargılama ilkelerini zedeleyen bir durum söz konusudur. Bu
durum eskiden fazla bir sorun olarak gözükmeyebilirdi. Çünkü 2005 öncesi
zaten çok az çocuk mahkemesi vardı hem de oldukça az sayıda uzman
çalışıyordu.
Ancak son düzenleme ile mahkeme sayıları artmış yeni sosyal çalışma
görevlileri buralara atanmıştır. Hele yeni göreve atananların mesleklerinin
başlarında olmaları, çoğunun memur olarak asaletlerinin bile onanmaması ve
çalışma ortamında gerekli güvencelerinin olmamaları bu kişilerin tarafsız ve
bağımsız görev yapmalarını riske atmaktadır. Düzenledikleri raporlar bu
açıdan tartışmaya açıktır. Uygulamada zaten derin bir araştırma yapmadıkları
gözlenmektedir. Tek görüşme ile rapor düzenlenebilmektedir. Başta aile olmak
üzere sosyal çevrede yer alan öğretmen, işyeri gibi aktörler ile görüşme,
çalışma veya çocuk ve gencin gelecek beklentisine yönelik bir planın yeterli
ölçüde sunulamaması son zamanlarda dillendirilen konular olmaya başlamıştır.
Bunun içinde araç yokluğu veya iş yoğunluğu bu yöndeki eksikliğin gerekçesi
olarak gösterilmektedir.
Aziz ŞEKER: Bu konudaki çözüm yollarından söz eder misiniz?
Nihat TARIMERİ: Bu konuda çözüm hem kolay hem zordur. Ama bunun için önce
entelektüel dürüstlük gereklidir. Sorunu ancak bu çerçevede çözebiliriz.
Raporların içeriğinden önce işlevi ile ilgili konuyu net olarak ortaya
çıkararak raporlama hizmeti çerçevesinde düzenlenen raporların tüm süreçte
mutlaka delil olarak değerlendirmesinin gerekli olduğu bir düzenleme
yapılmalıdır. Bu sağlandığı takdirde Çocuk Hakları Sözleşmesindeki çocuk ve
gencin yarar ve esenliğini gözetlemek yükümlülüğü ortaya çıkacaktır. Bu
şekilde uygulama Türk Ceza Kanunun 31. maddesinden de özgürleşecektir. Bu
yapılmadığı takdirde ceza odaklı bir uygulamaya devam edeceğiz. Tıpkı 1923
öncesi Almanya’da olduğu gibi. Buda doğal olarak her ülkenin tercihidir. O
zamanda çocukları çok seviyoruz, söylemi sadece timsahların gözyaşları gibi
olacaktır.
Bu sağlandıktan sonra bu raporlamanın kimin tarafından yapılacağının
belirlenmesine gelmelidir. Şayet SHÇEK bir resmi vesayet kurumu şeklinde
uygulamanın bir parçası olması sağlanmadığı takdirde ya adalet yapılanması
içinde bağımsız bir Adli Sosyal Hizmetler birimi oluşturulmalıdır. Ya da
Gençlik Savcılığı şeklinde bir yapılanma üzerinden raporlama yapılmalıdır.
Bu birimlere denetimli serbestlik ile yürütülen uygulamayı birlikte düşünmek
gerekmektedir.
Bu yapıya Aile Mahkemelerindeki raporlamayı dâhil etmek gereklidir. Aile
Mahkemelerindeki raporlamada mahkeme hâkimine bağlı çalışan görevliler
tarafından yapılmakta olup tarafsız ve bağımsızlıklarla ilgili sorun bu
mahkemelerde çalışanlar için geçerlidir. Bu mahkemelerdeki uygulamanın Adil
Yargılama ilkelerine aykırı olduğu kanaatindeyim. Çalışanların başta özlük
hakları ile ilgili durum olmak üzere diğer koşullarında tarafsızlık ve
bağımsızlığı zedelediğini düşünüyorum. Ayrıca bu raporlama çalışması gene
Almanya’da görülen Gençlik Dairelerinin raporlama çalışmasının ülkemize bir
şekilde yansımasıdır. Bir boşanma durumunda resmi vesayet kurumu şeklindeki
bu kurumsal yapının gereği çocuk ve gençlerin durumu ile ilgili bir tespitin
ve değerlendirilmenin yapılması bir kamusal görevdir. Bu da tarihsel arka
planı olan bir sosyal felsefenin ürünüdür. Örneğin bu görevin içinde nafaka
avans sitemi gibi nafakanın ödenmesinde kolaylaştırıcı uygulamalar
yürütülmektedir.
Ancak uygulamalardaki bu temel sorunların ülkemizde yoğun bir şekilde
yaşanmasında hâkimleri, savcıları, uzmanları veya SHÇEK’i sorumlu olarak
görmeyi ve gösterilmesini de doğru bulamıyorum. Bunda ülkemizdeki savunma
kurumunu yürüten avukatları unutmamamız gerekir. Uygulamada hukuku ancak
avukatlar oluşturur. Oluşan hak ihlallerini hukuka aykırılıkları avukatların
her aşamada hak aranması için mutlaka kayıtlara geçirmesi ve itiraz
etmelerinin gerekli olduğunu düşünüyorum. Özellikle sosyal inceleme raporu
savunma için önemli bir araçtır. Bunun tarafsız bir ortamda düzenlenmemesi
aslında savunma hakkına bir müdahaledir. Buna bağlı olarak sosyal çalışma
görevlilerinin düzenlediği raporlara adil yargılama ilkelerine aykırılıktan
dolayı itiraz edildiğini şimdiye kadar duyamadım. Özellikle 16-18 yaş
gurubundaki gençlere yönelik sosyal inceleme raporunun düzenlenmesi Pekin
Kuralı gereği zorunlu olarak yapılması gerekmesine rağmen bu yönde raporun
düzenlenmemesi hatta bunun gerekçesinin karara yansıtılmaması haline bile
itirazın yapıldığını şimdiye kadar duyamadım. Ayrıca çocuk ve gençlere
yönelik savunma hizmeti uygulamanın bir parçası haline gelmesine rağmen
ücretin düşüklüğü ve de masraflarda hâkimin yetkili olması savunmanın
niteliğini etkileyen unsur olarak ortaya çıkmaktadır. Gene bu konuda en
basit örneklerden biri duruşma salonunun kapısında yargılama ile ilgili
listelerde çocuk ve gencin kimliğinin açıklanmasıdır. Bu listede suçla
ilgili bilgi verilmesinin yanı sıra bu kişilerin damgalanması ve gizlilik
ilkesinin ihlalleri bile 5 seneden beri görmezden gelinmektedir.
Yargılananların % 30’unun beraat ettiğini düşündüğümüzde bu durum daha da
anlamlı bir haldir. Bu listelerde mağdurların isimleri yer almaktadır. Hal
böyle olunca cinsel istismardaki durumu bir düşünün bakalım. O yüzden
uygulamalar ile ilgili çıkan sorunlarda avukatlara önemli rol ve görev
düşmekte olup bu görevin ne ölçüde yerine getirilip getirilmediği konusu
özellikle ve öncelikle sorgulanması gereken bir durumdur. Uygulamanın bence
en önemli bir sorun alanıdır.
Biz sosyal hizmet uzmanları olarak bu süreçte mesleki olarak mesleki düzeyi
ve raporlamayı mesleki deneyimin yansıtılması şeklinde değerlendirebiliriz.
Bu öncelikle raporun içeriği ile ilgili bir durumdur. Bu yüzden benim için
öncelikli olarak raporun uygulamadaki işlevi ile ilgili sorundur. Raporun
nasıl yazılması gerekliliğini tartışmak bu ceza odaklı uygulamayı bir ölçüde
onaylamak demektir. Bir nevi TV’de sigara dumanını ve çiçeklemeleri
görmenize rağmen bak işte sigara içilmediği gösterilmiyor demekle eş
değerdir. Ben meslek olarak ancak delil niteliği olan bir raporlamanın
parçası olmak gerekliliği çerçevesinde hareket edilmesini ve bunun tarafsız
ve bağımsız bir şekilde uygulamanın içinde yer alması gerektiğini bir
mesleki dürüstlük içinde söylenmesi gerektiğini düşünmekteyim. Bu hukuk için
de gereklidir. Hukukun bu şekilde gerçekleşmesinde araç olmak isterim.
Yanlışlığın bir parçası da olmak istemem.
Aziz ŞEKER: Bu uygulamalar da SHÇEK’in tavrını nasıl buluyorsunuz?
Nihat TARIMERİ: Bu konuda SHÇEK konunun ve uygulamanın en önemli
taraflarından biridir. Öyle de olması gerekir. Ancak 5 seneden beri olan
uygulamaları değerlendirdiğimde kurumun yeni konumunu ve işlevini anlamada
ve algılamada sorunlar yaşadığını izliyorum. Bu kurumsal yapılanmanın diğer
ülkelerde gördüğümüz gibi belli bir sosyal felsefeye dayanmamasına bağlı
olduğunu düşünüyorum. SHÇEK’in gelişimine baktığımızda çocuk ve gençlere
yönelik uygulamada daha çok bakım odaklı bir rolü benimsememiştir. Bunun
daha öne çıktığını ve de önemli bir rol oynadığını düşünüyorum. Bunda
kanunda örnek alınan Almanya’da olduğu gibi belli bir sosyal felsefeye
dayalı başta çocuk ve gençlerin korunup kollanması ile ilgili bir resmi
vesayet kurumu yapılanması ve yaklaşımının hâlâ algılanamaması ve
benimsenmemesi temel bir sorundur.
Siirt’deki gibi yaşadığımız çocuk ve gençlerin korunup kollanması ile ilgili
birçok olayları düşündüğümüzde bu konuda somut olarak sorumlu
gösterebileceğimiz hesap sorulacak bir kurum yoktur. SHÇEK bu sorumluluğun
net bir odağı da değildir. Uygulamada başta Çocuk Mahkemeleri olmak üzere
Sulh ve Asliye Hukuk Mahkemeleri de aldığı koruma kararları çerçevesinde
sorumludurlar. Nedense konunun bu boyutu mahkemelerin denetimle ilgili
sorumlulukları, görevleri görmezden geliyor. İşte bu belirsizlik aslında
temel bir sorundur.
Bu belirsizliğe bağlı olarak Viyana’da bir gezi dolayısıyla yaşadığım bir
anımı paylaşmak isterim. Orada, tramvayda bir yere giderken tesadüfen orada
çalışan birkaç Türk vatandaşı ile tanıştım. Laf lafı açtı. Konu Viyana’nın
iyi ve kötü yönlerine gelince bir vatandaşımız: “Bak abi,” dedi. “Bu
memleketin birçok iyi yönü var ancak buranın en kötü tarafı çocuğunu bir
türlü istediğin gibi bile dövemiyorsun. Çünkü jugendamt diye bir yer var,
hemen orası devreye giriyor,” diyerek bu durumunu bir sıkıntı olarak dile
getirdi. Bu sıkıntı yurtdışındaki yaşayan vatandaşlarımızın bir kısmının
önemli bir sıkıntısıdır. Burada paylaşmak istediğim olayda göreceğiniz gibi
çocuğun korunup kollanması ile ilgili kurum gayet açıktır. Bunu oraya gelen
yabancı bir çalışanda biliyor. Sorun olarak bile görse anlamıştır.
O yüzden SHÇEK’in hala ülkemizde böyle bir kamusal görevi yürütmemesini ve
sistemin temel bir aktörü olmamasını temel bir sorun olarak görüyorum.
Yaşanan sorunlarda bu eksikliğin önemli bir nedeni olduğunu düşünüyorum.
Daha öncede söylediğim gibi başta yurttaşlık hukuku ve buna bağlı sosyal
korumanın bir parçası olan sosyal hizmetler tarihsel bir arka planı olan bir
sosyal felsefenin ürünüdür. Bu ürün vicdan ve merhamet yerine hak ve hukukun
öne çıktığı bir üründür. Ülkemizdeki uygulamayı bu açıdan
değerlendirdiğimizde ise başta SHÇEK’in çocuk ve gençlere yaklaşımı ile
sosyal hizmetlere yönelik genel bakışta sosyal felsefe olarak hak ve hukuk
yerine daha çok vicdan ve merhamet odaklı bir yaklaşımın belirlediğini
görmekteyim. Hatta bunun özellikle sosyal yardım yaklaşımı ile daha da
geliştirilmek istendiğini görebilmekte mümkündür. Bunda ise sana, bana
güvenerek yapılan borçlanmanın dışında kamu harcamasının kaynağı olan vergi
sistemimizdeki yaklaşım oldukça belirleyicidir. Özellikle vergi toplama
sisteminiz dolaylı vergilere dayanıyorsa kamu harcamasının sorgulamasını
engelleyen bir durum ortaya çıkarmaktadır. Sosyal koruma harcaması olmak
üzere sosyal yardım dâhil sosyal hizmet harcamaları özellikle bu sistem
çerçevesinde sorgulanan harcamalar değildir. Devlet versin de nasıl verirse
versin şeklinde kaynağın sonsuz olduğu düşünülen harcamalar olduğu içinde
burada önemli olan bu kaynağın dağıtılması ve buna ulaşılmasıdır. Buna birde
hayırseverlik ve buna bağlı olarak karşılıklı minnet temeline dönüştürüp bu
bağlamda, “Allah razı olsun” söylemini uygulamanın temeline oturtulması
durumunda sorgulanamazlık doğal olarak bir nevi dokunulmazlığa
dönüşmektedir. Bu yönde sistemleştirilmiş ve yöntemleştirilmiş bir
harcamanın ise nitelikli bir şekilde harcanması hem harcamayı yapan hem de
harcamadan yararlanan için bir sorun değildir. Özellikle harcayana yönelik
hak hukuk yönünde sorgulayan bir yaklaşım olmadığı içinde teknik yönde
çalışanlara ihtiyaç duyulması doğal olarak pek görülmemektedir. Hele bu
alanda çalışanlarla birlikte bir imtiyaz ve güç alanı oluşmuşsa bu yaklaşımı
değiştirmek, hak ve hukuk odaklı hale getirmekte öyle kolay bir şey
değildir. Bu ise oldukçada insanidir. O yüzden sosyal yardım dâhil sosyal
hizmetin hâlâ ülkemizde vicdan ve merhamet odaklı olması böyle hak ve hukuk
odaklı bir uygulamayı ve böyle bir ihtiyacı sınırlamaktadır. Bunun için
gerekli olan hesap verilebilir bir finans modelinin oluşmasını
engellenmektedir. Doğal olarak hak ve hukuk odaklı bir yaklaşımda teknik bir
ihtiyaç duyulan sosyal hizmet uzmanlığı ise temel bir ihtiyaç haline
gelememiştir. Bu hizmetin ister sosyolog ister öğretmen isterse jeolog
tarafından uygulanması kamu açısından önemli bir sorun olarak
görülmemektedir. Çünkü vergi verenler bunu sorun olarak görmemektedir. Bu
durum hem SHÇEK’in kamusal yeri ve işlevini belirlerken hem de sosyal hizmet
uzmanlarının toplumsal işlevini belirlemektedir. O yüzden mesleki övgü
yerine öncelikle bu ihtiyaç alanının doldurulmasının gerekli olduğunu
düşünüyorum. Şu anda sosyal hizmet uzmanlığına yönelik talebin bir ölçüde
artmasını ise toplumsal sorunların artmasına, nitelik değiştirmesine ve de
bu sorunların birileri tarafından çözülmesi gerekliğine neden olmaktadır.
Verilere gör 2007’de Türkiye’de Kayıtlı 42 Milyon Seçmen bulunurken kamu
harcamasının kaynağını oluşturan beyanname veren vergi mükellefi sayısı
2.900.000 civarındadır. 2010 ise seçmen sayısı artmış ancak beyanname veren
vergi mükellef sayısında azalma olmuştur.
Özellikle bu kavram ve yaklaşım kargaşasını içeren karışıklığı Çocuk Koruma
Kanununu uygulamalarında açıkça görmekteyiz. Örneğin kanunun bu şekilde
yürürlüğe girmesi ile kurum şimdiye kadar bir şekilde uzak durduğu suça
yönelen çocuk ve gençlerin sorunlarını birden kucağında bulmuştur. Bu grup
bildiği bir sorundu ancak bir şekilde uzaktan izlerken birden konunun tarafı
haline geliverdi. Şimdiye kadar gösterdiği iyi niyetli bazı çabalara rağmen
birden eleştirilerin de odağı haline geldi. Getirildi. Bunun üzerine son
zamanlarda sorunun kurumu yönlendirmesiyle bu konuda rehabilitasyon
başlığını kullanarak yeni kurumlar açmaya çabaladığını basına veya kamuoyuna
yansıdığı kadarı ile görüyoruz. Bu kurumların başına rehabilitasyon veya
sevgi evi kelimesini konunca sorunun bu şekilde düzeleceği zannediliyor
olabilir. Ancak bu teknik sorun bu şekilde öyle kolay kolay çözülecek bir
sorun değildir. Hele bu yaklaşım ile daha da zordur. Burada atlanan önemli
bir sorunlardan biride konunun içindeki sosyal eğitmenlik boyutudur.
Öncelikle bu boyuta göre bir konseptin oluşması ve ya oluşturulması
gereklidir. Bu konsepte göre sosyal rehabilitasyona yönelik kurumsal
yapıları ve çalışanları şekillendirmek gereklidir. Paradan ziyade konu ile
ilgili teknik bilgi gereklidir. Bu ise ancak teknik bilgiye saygı ile
olabilir. Ki bu oldukça uzak, zor ve öz güven isteyen bir yaklaşımdır. Çünkü
bu konular herkesin bilgisi dâhilinde olan ihtiyaç duyulmayan bilgiler
olarak değerlendirilmektedir. Çocuğun önüne yemeği verdiniz mi birde iyi
barındırdınız mı çocuğun neden bir sorunu olsun ki, değil mi? Genelde hep
böyle düşünmüyor muyuz? SHÇEK’teki çalışanlarda neden farklı düşünsünler ki!
Hele bu yönde farklı düşünceyi beklemenin oldukça haksızlık olduğunu
düşünüyorum.
Benim meslek hayatımda karşılaştığım birçok sorun ailelerin çocuklarına ve
soruna karşı çaresizliklerini genellikle, “ben çocuğa maddi ve manevi her
şeyi verdim. Ama neden bunu bize yaptı,” şeklinde bir söylemi dile
getirdiklerine hep şahit oldum. Bu yakınmaya benim gibi birçok meslektaşım
meslek hayatında şahit olmuştur. Ailelerin maddi durumu daha iyi ise bu
yakınma daha da artmaktadır. Hâlbuki bu konuda çocuğa bir hafta evde odasını
toplama ve bulaşık yıkamayı bir görev olarak verdiğinizde bazı sonuçların
alındığı bir gerçektir. Bu örnekten yola çıktığımızda ise SHÇEK’in durumunu
biraz buna benzetiyorum. Ortada bir iyi niyet var ancak önce yöntem ve bunu
kiminle nasıl yapacağına odaklanmak yerine daha çok bina yaparak ve fiziksel
koşulları iyileştirerek çözebileceği varsayımı ile hareket ettiğini
düşünüyorum. Aslında bu konu oldukça teknik bir konudur. Öyle bir yerde bunu
gördüm şunu uygulayayım veya şurada şu daha iyidir şeklinde kolayca
çözülecek bir konu hiç değildir. Bizde genelde yurtdışındaki uygulamalar
uygulamanın felsefesi anlaşılmadan rahatça örnek olabilmektedir. Veya, “AAA
bak bu uygulama bizde de var,” deyip uygulama bir şekilde kendine göre
yanlışlıkları ile birlikte devam ettirilmektedir. İyi niyetli bir arayış
aslında sorunu çözümsüz kılabilmektedir. Bunları bizzat kendimin bire bir
yaşayıp uyguladığım uygulamaların yansıtılmasında yaşadığım için bu bakış
açısını özellikle bir sorun olarak vurgulamak istedim. Buna en azından
Almanya’daki gençlik dairesinin ve gençlik mahkemesi yardımı uygulamalarının
yansıtılması dâhildir. Bazen bunları görmezlerin fili tarif etmelerine
benzetmek zorunda kalıyorum. Bu aslında ülkemizde genel bir sorundur. Ancak
bizim mesleğimizde önemli bir sorun olmaktadır. Umarım bu sorun azalır.
Sorun aynı zamanda akademik çalışmalar içinde geçerlidir. Örneğin 5 seneden
beri uygulamakta olan Çocuk Koruma Kanunundaki aksaklıkları, sorunları
irdeleyen herhangi bir akademik çalışmaya veya sosyal eğitmenlik boyutunu
içeren bir model çalışmasına pek rastlayamadım. Bazı konularda bazen 30 sene
öncesini yaşadığımı düşünüyorum. Genelde uygulamanın yasadaki yaklaşım
çerçevesinde yürütülmesine yönelik temel bir yaklaşımın öne çıktığını
görmekteyim. Varsa farklı bir görüş ve bunu duyarsam ayrıca memnun olacağım.
Ayrıca biz özeleştiriye açık bir toplum değiliz. Bu her mesleğe her şeye
yansıdığı gibi bizim mesleğe ve mesleki uygulamalara da yansımaktadır. Bunu
gene tarihi arka plan içinde gelişen sosyal felsefeye dayandıracağım. Bu ise
insanın şeytanla ilişkisi ve konumlandırılması ile ilgili bir durumdur.
Kısaca Hıristiyanlıkta şeytan insanın içindedir. İyi insan; ahlaklı bir
insan olmak için şeytanın insanın içinden çıkarılması gerekir. Çaba hep
bunadır. İslam’daki bazı görüşlere göre ise şeytan insanın dışındadır.
İnsanın iyi ve ahlaklı olması için onun hep uzakta tutulması gereklidir. Bu
yüzden şeytan taşlanması gereken bir figürdür. Bu nedenle insanın
özeleştirisini nasıl yapmasına kadar gidebilecek bir yaklaşımı ortaya
çıkarmaktadır. Bu yaklaşım toplumdaki ortak ahlakı, değerleri ve sosyal
felsefeyi belirlediği gibi sosyal eğitimi şekillendirmektedir. Bu nedenden
dolayı öz eleştiriye açık olmadığımız için farklı görüşleri değerlendirmeyi
başaramıyoruz. Hep savunma halinde kalıp başkalarını rahatlıkla sorumlu
olarak gösterebiliyoruz. Bunu kendi değerlerimizi dokunulmaz tartışılmaz
kılarak kutsallaştırarak engelleyebiliyoruz. Bunu başta kurumsal
yaklaşımlarda olmak üzere tüm alanlarda rahatlıkla görebilmemiz mümkündür.
Bu yaklaşımı bu sorunun çözümünde temel bir sorun olarak görmekteyim.
Bu konuyu sorun olarak görmemin nedeni ise Çocuk Koruma Kanunu ile ilgili
meclis komisyonunda yapılan görüşme tutanaklarıdır. Bu görüşme tutanaklarını
okuyunca SHÇEK bürokratlarının Adalet Bakanlığı bürokratları tarafından adam
yerine konmadığı görülmektedir. Kanunun SHÇEK’in görüşleri alınmadan Adalet
Bakanlığı tarafından şekillendiğini bu şekilde görmekteyiz. Bu tutanaklara
kitabımda aynen yer verdim.
Kanun konunun taraflarından olan SHÇEK’in görüşleri ve önerileri
değerlendirilmeden oluşturulmuştur. Konunun taraflarının ortak bir aklın
ürünü değildir. Teknik bir konuda saygılı bir yaklaşımı görmekte oldukça
zordur. Ayrıca komisyonda sosyal hizmetler akademik düzeyde temsil
edilmemiştir. Kendine özgü ben yaptım oldu, şeklinde bir kanun ortaya
çıkarılmış olup aslında teknik olarak çözülecek bir sorunun yönlendirdiği
bir uygulamaya dönüşmüştür. Bunun ile ilgi en son örnek; Bilge Köyünde
yaşananlardır. Geçenlerde bu olayın birinci yılı yaşanması nedeni ile 8
Mayısta gazetelerde bazı haberler yer aldı. Bu haberde olaydan sonra geri
kalan çocukların 13-14 yaşındaki kız çocukları tarafından bakımlarının
yapıldığını ve bir anne olarak görev yaptıklarını görmem nedeni ile bu nasıl
bir korumadır, diye tartışmaya başladım. Bu soruyu sormamın sebebi ise
özellikle 13-14 yaşlarındaki kız çocuklarının muhtemelen koruma kararlarına
rağmen böyle bir sorumluluk almaları oldu. Ortaya çıkan bu duruma bağlı
olarak bu konuda koruma kararını veren mahkemenin böyle bir uygulamaya
özellikle nasıl göz yumduğunu merak ettim. Ayrıca SHÇEK bu konuda üç ayda
bir rapor düzenliyorsa ve bu rapora rağmen bu uygulama haberde yansıdığı
şekilde devam ediyorsa vasilik gibi daha tartışılacak birçok konunun
olduğunu görüyoruz.
Ancak bu şekilde kamuoyuna yansıyan uygulama bile kanuna Çocuk Koruma (ma)
Kanunu dememi maalesef haklı kılmaktadır. Bunları ve bu yaklaşımları
gördükçe ümidim kaybolmaktadır.
Aziz ŞEKER: Çocuğun korunup kollanmasını biraz açabilir misiniz? Konu aile
ve çocuk refahı olunca, birazda aile refahı alanına girmek istiyorum. Bu
sosyal hizmet alanında aile danışmanları tünemeye başladılar. Aile
danışmanlığının karşılığı ve yetkinliği nedir?
Nihat TARIMERİ: Bu konuda ve daha birçok uygulamayı birlikte
değerlendirdiğimde sosyal hizmet açısından bizde koruma da dâhil vakaya
yönelik “savunmacılık” işlevine yönelik yaklaşımı sorunlu görüyorum. Çocuğun
korunması yerine çocuğun korunup kollanması dememin nedeni İsviçre ve
Almanya’daki uygulamalardandır. Almancada “koruma” kelimesinin karşılığı
“schutz” dur. Buna bağlı olarak çocuğun toplumsal tehditlerden saldırılardan
korunmasına yönelik yasal düzenlemeler Çocuk ve Gençlik Koruma Yasası
başlığında çerçeve bir yasada toplanmıştır. Bu başlıkta koruma kavramı için
“schutz” kelimesi kullanılmaktadır. Koruyup kollanma ise çocuğun
rehberliğini içeren konularda yetkin bir kişi tarafından yapılmasını içeren
bir sosyal hizmet işlevi ile ilgilidir. Bunun Almanca karşılığı ise
“betreuung” dur. İngilizce “care” denebilir ancak bu işlevi tam olarak
karşıladığını düşünmüyorum. Bu işlev “schutz” denilen “koruma” işlevinin
araçlarından biridir. Bir an için ülkemizdeki Çocuk Koruma Kanununu başlık
olarak Almancaya çevirdiğinizi düşünün. Bunun için doğal olarak schutzt
kelimesini kullanmak zorunda kalacaksınız. Ve kanunu karşı taraf kendi
uygulamalarına benzer bir uygulama olarak zannedecektir. Hâlbuki kanunun
içeriğine geçtiğin takdirde ise bu kanun ile Çocuk Ağır Ceza Mahkemesi
kurulduğundan bahsettiğinde de o zaman kanunun işlevi ile ilgili bir sorun
çıkacaktır. Böyle bir kanunun içinde böyle bir mahkemeye niye ihtiyaç var,
ceza ile ilgili uygulamalar bunu içinde neden yer alıyor, diye birçok soru
ile karşılaşabilirsin. Bunu şunun için söylüyorum. Çünkü ben bu yönde çok
soru ile karşılaştım. Onun için. Asıl burada ironik bir durumda söz konusu.
Bu kanun ile kurulan Çocuk Ağır Ceza Mahkemeleri ile çocuklara cezanın
ağırını bile vereceğimizi açıkladığımız için çocuk ve gençleri nasıl ağır
ceza almalarından bu yasa ile koruyabiliriz? Uygulamalar ortada iken
korumamız hiç mümkün değildir. O yüzden bu kanunun uygulamasında koruma ile
ilgili kavram kargaşası içeren bir sorun olduğu içinde koruyup kollama
kelimelerini kullanmayı tercih ediyorum. Çünkü koruyup kollama olan işlevde
odak noktada vaka diyebileceğimiz çocuk, genç, yetişkin veya aile vardır.
Sosyal hizmet bağlamında çalışan bu işlev bağlamında öncelikle vakaya karşı
sorumludur. Vakanın öncelikle haklardan yararlanmasının yanı sıra
sorunlarının danışmanlık ve rehberlik de dâhil olmak üzere tüm sosyal hizmet
araçları ile birlikte çözümlenmesine yönelik bu mesleki işlevin Türkçede tam
olarak karşılığını bulamadığım içinde bu işleve koruyup kollama demek
zorunda kalıyorum. Çünkü koruma kelimesinin bu “betreuung”nin işlevini
karşılamadığını düşünüyorum. Ayrıca bu şekilde bir işlev devamlı bahsettiğim
bir sosyal felsefeye dayalıdır. Bu aslında sosyal hizmet yaklaşımının
temellerinden biridir. Hatta özüdür. Uygulamayı vicdan ve merhametten hak ve
hukuk boyutuna taşır. Hak ve hukuka ulaşılmada önemli bir araçtır. Sosyal
çalışmacı da denen sosyal hizmet uzmanları bu çerçevede sistemin içinde
doğal olarak yer almak zorundadır. Vakanın yararı için haklara ulaşması için
vakanın yanında ve ona karşı sorumlu ve yükümlü olduğu bir durum söz
konusudur. Bu sorumluluğun çalışan tarafından yerine getirilmemesi durumunda
bu konuda çalışan kadar idarenin kusuru sorgulanabilen bir olgudur. O yüzden
nitelikli sorgulanabilir bir işlevden de söz ediyorum. Böyle bir işlev
uygulamanın içinde yer aldığı için bu konuda nitelikli ve teknik bir
çalışana ihtiyaç duyulmaktadır. Onun bu kapsamda çalışması güvence alınması
gereken bir durumdur. Bu ise ancak vergi verenlerin harcamalarına yönelik
sorumluluk duyan bir idare için gerekli ve öncelikli sorumluluktur. Yoksa
sonsuz gökten gelmiş bir kaynağı hayırseverlik bağlamında harcamayı yürüten
idarenin böyle bir nitelik aramasına doğal olarak ihtiyaç yoktur. Böyle bir
işlev içinde bunun herkes tarafından yapılacağı ortaya çıkar. Teknik ve
nitelik önemli değildir. O yüzden sosyal hizmet mesleğinin toplumdaki
konumunu ve saygınlığını değerlendirirken veya bundan şikâyetçi olunurken
hangi toplumsal işlevin yerine getirildiğini öncelikle sorgulamak
gereklidir. Bu mesleği bir kanun ile ortadan kaldırdıkları zaman toplumdan
bir tepki olur mu diye düşünmek lazım. O yüzden vergi verene hesap vermeyen
böyle bir sistemde sosyal hizmet uzmanına ihtiyaç var mıdır? Varsa bir engel
midir? Buna bulacağımız yanıt sorunun da çözümüdür. O yüzden önce sistemi
sorgulayıp şeytan taşlar gibi sorumlu olarak sistemi gösterdiğimiz zaman iyi
çalışan uzman ile kötü çalışan uzmanın da değerlendirilmesi engellenebilir.
Aradaki farkta ortaya çıkmaz. Değerlendirmeler sübjektif olur. Ayrıca daha
önce adil yargılama ilkeleri bağlamında da bahsettiğim çocuk ve aile
mahkemelerinde hâkime bağlı uzmanın çalıştırılmasına karşı çıkmamın diğer
bir sebebi budur. Çünkü burada çalışan aslında hâkime karşı sorumlu
değildir. Öncelikle vakaya yani çocuğa, gence karşı sorumludur. Örneğin bu
konuda çocuğun durumuna yönelik bir rapor düzenleyen uzman çocuk haklarını
kullanmayı engelleyen eksik çalışmalarını veya engellerini raporunda çocuğun
hak kullanımı için mutlaka belirtmelidir. İşte bu açıdan bağımsızlık ve
tarafsızlık önemlidir. Yani raporlama hâkimin kararına yardım için değildir.
Çocuğun haklarının ve yararının ortaya konulması içindir. Bunun ortaya
konulması dolayısıyla güvence altına alınmalıdır.
Hak ve hukuk bağlamında ki bir uygulamanın temel bir aracı olan koruyup
kollama ile ilgili sosyal hizmet işlevi ile ilgili bu yaklaşım vergi
verenlerce oluşan kamu kaynakları ile yürütülen sosyal hizmet yapılanmasında
belirleyicidir Bu çerçevede sosyal hizmet örgütlenmesi mahalle bazında tüm
yaşayanlara yönelik bir hizmet modelini geliştirmiştir. Odakta yurttaş
bulunmaktadır. Örneğin Zürihte primli veya primsiz her türlü sosyal
yardımlar olmak üzere aile, çocuk ve gençlerin korunup kollanması ile ilgili
tüm sosyal hizmetler kurulan mahalle temelli sosyal hizmet merkezler
üzerinden son on senedir yürütülmektedir. Bu yapıya göre her mahallenin
bağlı olduğu bir sosyal merkez bellidir. Bu mahallede sorunu olan kişi
doğrudan bu merkezlere başvurmaktadır. Veya sorunlu bir durum bildirilmiş
ise buradan ulaşılarak bu yapı ile resmi vesayet kurumu görevi birlikte
yürütülmektedir. Ailelerin boşanma durumunu mahkemeye raporlama bu kapsamda
yapılmaktadır. Hatta nafaka avans sitemi buradan yürümektedir. Her
başvuranın kiminle muhatap olacağı ve sürecin kim tarafından götürüleceği
gayet bellidir. Koruma ve kollamada bu kişiler tarafından yürütülür. Buna
bir kuruma ve bir bakıcı ailenin yanına yerleştirme ve buradaki gelişmeleri
izlemek de dâhildir. Yani sorumlu bellidir. Buna benzer bir çalışma
Almanya’da Münih’te “sozialbürgerhaus” denilen sosyal yurttaş evleri
şeklindeki yapılanma ile yürütülmektedir. Yapı gene mahalle odaklıdır. Kimin
hangi merkeze gideceği bellidir. Bu merkezler iş bulma işsizlik yardımı gibi
işlemlerin yanı sıra sosyal yardım ile ilgili işlemlerle birlikte ailelere
yönelik koruyup kollayıcı hizmetleri yürütmektedir. Bu uygulamada gençlere
yönelik resmi vesayet kurumu görevi gene gençlik dairesi üzerinden
yürütülürken doğal olarak bu merkezler ile birlikte çalışmada mümkündür.
Tabi ki bu iki uygulamada göreceğiniz gibi konu ile ilgili sorumlu gayet
açık olup hesap sorulacak bellidir, uygulama hak ve hukuk bağlamında
yapılandırılmıştır.
SHÇEK’in Sosyal Hizmet Rehabilitasyon Merkezleri çalışmasının da bir ölçüde
bu modellere benzer bir çalışma olduğunu düşünüyorum. Ancak bu çalışma
mahalle temelli olmasının yanı sıra koruyucu ve kollayıcı bir işlevi
uygulama felsefesi olarak benimsemediği takdirde başarıya ulaşması yönünde
birçok riski içermektedir. Bu felsefeye göre öncelikle teknik meslek elamanı
sorunu, bu konuda kullanılacak sosyal hizmet araçları da önemlidir. Hesap
sorulabilir olmalı ve belli bir finans modelinin de şeffaf olması
gereklidir. Bizde hoşuma giden bir laf vardır. Lafla peynir gemisi yürümez
şeklinde… Herşey öyle kolayda değildir.
Özellikle Almanya ve İsviçre’deki bu çalışmaları örnek göstermemin bir
sebebi ise bizde “sosyal refah” veya “refah” kelimelerinin anlamından ve
işlevinden farklı bir şekilde öne çıkarılmasıdır. Bu nedenden dolayı bunlar
yerine tam olmasa da “sosyal koruma” veya “koruyup kollama” kavramlarını
kullanmayı tercih ediyorum. Sosyal refah ve refah dediğimiz zaman genelde
toplumda ne anlaşılmaktadır. Sosyal alanda her şey sağlanmış bunun
üzerindeki olan uygulamalar ise refaha bolluğa yöneliktir. Yani sosyal
adalet ve eşitlik ve de haklar bazında bir minimum standarda herkesin sahip
olduğu bir uygulamanın bile ötesidir. Bahsettiğim örneklerde bir minimum
standart vardır. Lutfa yönelik değildir. Bu “refah” kelimenin ülkemize
nereden geldiğini araştırdığımızda ise İngilizcedeki “social welfare”den
geldiğini görmekteyiz. Geçenlerde bir gazete tarafından dağıtılan bir
sözlüğü incelerken “welfare” kelimesinin karşında refahtan bahsederken son
olarak “yoksullara yardımı” bu kelimenin karşılığı olarak koymuştur. Genelde
“refah” kelimesi kullanılırken demek ki biraz ileri gitmişler. Almancada ise
bu kelimenin karşılığı “sosyal hizmetler”dir. O da sosyal yardım ve destekte
dâhil tüm sosyal hizmetleri içermektedir. Yani sosyal refahla değil sosyal
koruma diyebileceğimiz bir yapıdaki tüm koruyup kollama araçlarının tümünü
ifade etmektedir. Hâlbuki bizde bu kelime sosyal güvenlik dâhil bir üst
değer ve uygulama olarak yansımaktadır. Ulaşılması gereken bir hedef olarak
gösterilmektedir. Bir hak olarak asla gösterilmemektedir. Bundan
kaçınılmaktadır. Öte yandan hem Almanya’da hem de İsviçre’yi tüm Avrupa
ülkelerini bağlayan bir Avrupa Şartı Anlaşması 1961’den beri vardır. Bu
sosyal şartı bizde 1989’ta kabul ettik. 2003 yılından beride Anayasadaki
değişiklikle bizimde iç hukukumuzun bir parçası olmuştur. Bu anlaşmanın
sosyal hizmetler uygulamalarına ve araçlarına yönelik birçok maddesi vardır.
Sözleşmenin özellikle 13. maddesi sosyal yardımı bir hak olarak görürken 14.
maddesinde ise herkesin sosyal refah hizmetlerinden yararlanmasını bir hak
olarak göstermiştir. Siz burada belirtilen “sosyal refah”ı ulaşılması
gereken bir hedef ve hak olarak algılarken bir Alman için sosyal hizmetlerin
araçlarından yararlanmak bu sözleşme maddesine göre bir haktır. Çeviri ile
birlikte ortaya çıkan bu kavram kargaşası ile de bir hak kullanımının nasıl
kısıtlanabileceğinin bir örneğini görmekteyiz. Bu şekilde sosyal hizmet
uygulamalarının hak ve hukuk yerine vicdan ve merhamet odaklı uygulanması
için bir ortamın sağlandığını söylemek mümkündür Örnek verdiğim Almanya ve
İsviçre’deki uygulama bu hak ve hakların kullanımına yönelik aslında
idarenin bir yükümlülüğüdür. Bir lütuf değildir. Bir lütufa da araç
değildir. Hak’a ulaşımı kolaylaştırmak içindir. Koruyup kollamada aynı
zamanda bu hakkın verimli kullanımı da yönelik. Bu nedenden ve özellikle bu
işlevden dolayı ben, refah kelimesi yerine sosyal koruma kelimesini
kullanmayı tercih ediyorum.
Bizde ise bu yaklaşım ve kavram kargaşasına bağlı olarak özellikle hem
sosyal hizmetin sunumunda ve ulaşılmasında sorunlar oluşturmaktadır. Hem de
bu sözleşmeye göre bir hak olan sosyal yardıma ulaşımda sorunlar vardır.
Düzenlemeler ve uygulamalar bu sözleşmeye aykırı olarak yürütülmektedir.
Buna en güzel örnek Vakıf şeklinde yürütülen Sosyal Yardımlaşma Vakıfları ve
de bu şekilde yapılan sosyal yardımlardır. Bu konuda birçok hukuksal ve
bürokratik tekniklerle kendine özgü bir yapı oluşturulmuştur. Son kitap
çalışmamda bu konuyu biraz araştırdım. Yapılan yardıma ve şekline şimdiye
kadar hukuksal olarak bir itiraz yapılmış mıdır? diye ayrıca araştırdım.
Konu yargıya yansımışı mıdır diye de bir araştırmaya girdim. Birçok kanaldan
aldığım bilgiye göre şimdiye kadar bu konuda yargıya yansıyan hiçbir vaka
olmamış. Düşünün, senelerden beri uygulanıyor. Hiç bir sorun çıkmamış. Bu
inanılmaz bir şey. Bunun nedenini araştırınca böyle bir yapının bilinçli bir
şekilde oluştuğunu görebilmek mümkün. Çünkü uygulamanın içinde ön planda
idareyi görüyorsunuz. Sanki muhatap ve sorumlu olarak idareyi temsil
kişileri sorumlu olarak algılıyorsunuz. Ama öbür taraftan idarenin
temsilcileri ile oluşturulan vakıf yönetimi üzerinden sosyal yardım adı
altında vergi verenlerin de kaynağını oluşturduğu bir kamu harcaması
yapılmaktadır. Fakat vakıfça yapılan ödemenin başta şekline ve içeriğine
yönelik bir itiraz ise ancak vakfa yapılarak vakıf ve madeni hukuk
bağlamında hukuk usulleri hukukunun uygulandığı bir hukuksal süreç karşınıza
çıkmaktadır. Hâlbuki karar verenler idarenin bir parçası ve vakıf bütçesinin
hemen hepsi bir kamu kaynağıdır. Ama bu kişiler ile ilgili bir sorun
oluştuğu takdirde ise bunun ile ilgili hukuk süreci ise idari hukuk
üzerinden yürütülmek zorundadır. Hakkın kullanımını engelleyecek bir
hukuksal kargaşa karşımıza çıkmaktadır. Yardıma karar verenin neden nasıl
niçin bu kamu harcamasına karar verdin, şeklinde idari açıdan sorgulamanın
ve denetimin önü kapalıdır. Kararı veren kişi ben bunu medeni kanundaki
vakıf hükümlerine verdim, temsil ettiğim idare adına karar vermedim. Kişisel
değerlendirmem, dediği takdirde buna karşı idari yönden hukuksal süreci
başlatmak oldukça zor görünüyor. Ve de bunun bilinçli bir şekilde devam
ettirildiğini düşünüyorum. Sözleşmeye rağmen buna yönelik tepkisizlik ise
başlı başına temel bir sorundur. SHÇEK’in bu konu ile ilgili yönetmeliğini
incelediğinizde o da hak kullanımını engelleyecek şekildedir. Onunda
sözleşmeye aykırı olduğunu düşünüyorum.
Konunun bir tarafı olarak bu konuya mesleki açıdan baktığımız takdirde ise
sosyal hizmet mesleğinin hak ve hukuk yaklaşımına bir araç mı olması
gereklidir yoksa vicdan ve merhamet odaklı bir uygulamanın bir parçası mı
olmalıdır sorularının yanıtının da verilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu da
mesleğin hem toplumsal konumunu hem de toplumsal ihtiyacını ortaya
koyacaktır. Kısaca vakaya karşı sorumluluk ve ona hesap vermenin
neresindeyiz. Zor bir soru ama. Buna yanıt vermeden mesleki kutsamanın doğru
olmadığını düşünüyorum.
Bu koruyup kollama yaklaşımına yönelik diğer sosyal hizmet uygulamalarından
biri de sorduğunuz aile danışmanlığı ile ilgili son uygulama ve
yönetmeliktir. Aile danışmanlığı bildiğiniz gibi kısaca bu konuda ayrı
açılmış merkezlerde çocuk eğitimi dâhil olmak üzere diğer sosyal sorunların
çözümünde danışmanlık odaklı bir sosyal hizmetin yürütüldüğü yerdir. Sosyal
hizmet işlevi yürüten kurumsal bir yapı söz konusudur. Bu danışmanlık
hizmetinde sorun niteliğine göre farklılık içeriyorsa o zaman aile tedavisi
uygulanan bu konuda özel eğitilmiş uzmanlara gönderilmesi bu sürecin bir
parçasıdır. Bizde ise bu konuda bir kavram kargaşası oluşturulduğunu
görüyorum. Özellikle danışmanlık ve terapi açısından. Sosyal hizmet ile
ilgili danışmanlık bildiğiniz gibi mesleğin kullandığı araçlardan biridir.
Bu konuda eğitim almamışsan sana bu konuda sosyal hizmet alanında çalışır
denilemez. Doğal olarak sosyal çalışmacı veya sosyal hizmet uzmanı
olamazsın. Olmaman da gerekir! Yani tansiyon ölçmesini bilmeyen hemşirelik
ve doktorluk yapabilir mi? Onun gibi şey. Aileye yönelik danışmanlıkta bu
sosyal hizmet uygulamasının bir parçasıdır. Aile tedavisi ise bambaşka bir
süreç ve uzmanlık alanıdır. İkisini birbirine karıştırmamak lazımdır diye
düşünüyorum. Ben örneğin bir aileye danışmanlık yapabilirim danışmanlık
çerçevesinde anlaştığımız bir hedefe doğru ilerleyebiliriz, ama karşıma
tedaviyi gerektiren bir sorun ile karşılaştığımda bu konuda özel bir
eğitimim yoksa tedavi sürecine geçemem ancak onu bu yönde bir kişiye
yönlendirip tedavi sürecinde de aile ile birlikte gene sorun neyse o odaklı
çalışabilirim. Bunu yapmam ve yapabilmemde gerekir. Fakat bu kavram
kargaşasının en son örneğini SHÇEK’in yayınladığı yönetmelikte görebilmek
mümkündür. Mesleği de ilgilendirdiği için bunu bir yazım ile dile getirmek
istedim. Bu konuda hâlâ anlayamadığım birçok husus var.
Araştırmalarıma göre Aile Danışmanlığı diye devlet personel rejiminde bir
unvan ve kadroya şimdiye kadar rastlamadım. Bu yönde bir yasal düzenleme de
yok ve bu unvanın kimin vermeye yetkili olduğu da yasal açıdan belirsizken
SHÇEK bir yönetmelikle düzenlemeye yaparak Aile Danışmanı şeklinde bir unvan
ve kadro oluşturmasını hukuken mümkün göremiyorum. Yani ortada bir
keyfiliğin ve ben yaptım oldu, mantığının olduğunu düşünüyorum. Yasal
olmayan bir yetkinin kullanımı söz konusudur. Çünkü meşhur 2828 sayılı
SHÇEK’in yasası hizmetle ilgili düzenleme yetkisi verirken bir unvan ve
kadro oluşturma yetkisinden bahsetmemektedir. Hatta bu yönetmelik kapsamında
Aile Danışmanı olarak çalışacak sosyal hizmet uzmanlarının yanı sıra diğer
belirtilen çalışanlar ile birlikte ayrı bir danışma beceri eğitimi adı
altında hangi standarda dayalı olduğu belli olmayan bir eğitim alma koşulunu
getirmesini hem mesleğe bir hakaret hem de aldığım eğitime bir hakaret
olarak görüyorum.
Mesleğin uygulamasına yönelik SHÇEK2in bu konuda yasal bir yetkisi yok ki!
Kurum ancak yürütülecek görevin işlevine göre hangi meslek elemanın çalışıp
çalışmasına karar verebilir. Bunun ötesi yetki aşmaktır. Örneğin Sağlık
Bakanlığı doktor çalıştırmak istediği zaman o bile bir doktorun tansiyon
ölçme ve nabız bakma için ayrıca eğim alması gerektiğini bir koşul olarak
ileri sürebilir mi? Buda bunun gibi bir şey...
Ayrıca en azından ben şu anda İsviçre’ye gitsem rahatça Aile Danışmalığı
yürüten bir merkezde sosyal hizmet uzmanı olarak çalışabilirken, mesleğimi
uygularken burada bu eğitimi almadan çalışmamın mümkün olmadığını görüyorum.
Bu düzenleme bir yasa ile yapılmış olsa bunu bir ölçüde anlayabilirim. Ama
bu şekilde kabul etmek çok zor. Fakat bu hukuksuzluğa yönelik tepkisizlikte
inanılır gibi değil. Birde bu yönetmelik sosyal hizmet uzmanlarının
çoğunluğunun çalıştığı bir kurum tarafından düzenleniyor. Gerçekten
anlaşılır gibi değil. Kendi mesleki haklarını koruyamayan bir meslek
gurubunun başta vakasının haklarını nasıl koruyacak ve onun yanında yer
alacaktır. Bu açıdan ortada çok acı ve üzüntü verici bir durum söz
konusudur.
Aziz ŞEKER: Peki çözümler konusunda çocuklar ve gençler için umutlu musun?
Nihat TARIMERİ: Dürüst olmam gerekirse hiçbir şekilde umudum yok. 5 senedir
ortaya çıkan durum umutlu olmamı engelliyor. Çünkü uygulamanın en azından
yurttaşlık hukuku bağlamında çocuk ve gençlerin korunup kollanmasının ayrı
bir hukuksal yaklaşım ve zemin içinde götürülmesi gerekirken bu yönde bir
ışık göremiyorum. Ceza uygulamasının ise ceza yerine çocuk ve genç odaklı
bir Gençlik Ceza Hukuku bağlamında ayrı bir süreçte yürütülmesi gerekirken
bu yönde de bir ışık göremiyorum. Bunlara bağlı olarak sosyal hizmet
yapılanmasında hak ve hukukun öne çıktığı bir yapılanma ve de çocuk ve
gençliğe yönelik bir resmi vesayet kurumu şeklindeki bir yapılanmanın
sağlanması mümkün değildir. 1942’de bu konuda uyarıyı ve öneriyi dikkate
almayanlarının böyle bir değişimi ve yaklaşımın içine gireceklerini hiç
zannetmiyorum. Ayrıca yapılan yanlış uygulama artık kutsanmış bir vaziyette;
bu ise en büyük engeldir. Bu yöndeki tartışmaların içtenliğine de
inanmıyorum. Bir an için düşünün. Uygulamayı çocuk ve genç odaklı hale
getirecek olan sosyal inceleme raporunun delil niteliğinde değerlendirilmesi
ve Almanya’da olduğu gibi bu raporun mutlaka duruşma sırasında okunarak
kayıtlara geçirilmesi gerekliliğine yönelik bir düzenleme önerisine oluşacak
tepkileri. Bu konuda duyacağınız bin türlü mazerettir. “Burası Türkiye’dir,”
söylemi de bunlardan biridir. Bunun özelikle bir aşağılama olduğunu bilerek
dinlemeniz gerekir.
Çocuk mahkemeleri ve çocuk ağır ceza mahkemeleri yerine heyetli gençlik
mahkemeleri kurulmalı; bu mahkemelerdeki uzmanların en azından yeniden
yapılanan bir Adli Sosyal Servis içinde çalıştırılması gerektiğini söylesem
hatta mahkeme heyetinde üç üyeden birinin sosyal hizmet uzmanı veya
psikologlardan biri olmalıdır desem ve önerilerde bulunsam bunların
gerçekleşmesinin hiçbir şekilde mümkün olmadığını görüyorum.
Bu önerilerim benim kafamdan uydurduğum öneriler değil. 1924 yılından beri
Almanya’da uygulanan bir uygulamadan örnek verdim. Bu uygulamadan orada
yaşayan vatandaşlarımızın yararlandıkları ise başka bir boyuttur. Ancak bu
önerilerinde havada kalacağını gayet iyi biliyorum. Bu öneriler hayata geçse
o zaman uygulama ceza odaklı bir yapıdan birey odaklı bir yapıya dönecektir.
İşte bu noktada samimi davranmıyoruz. Sorun burada. Bunu yapabilecek bir
yaklaşım ve bir iradeyi göremiyorum. Bunun için gerekli olan entelektüel bir
düzey ve sosyal felsefe de yok. O yüzden bunlar beni olumlu bir düşünceye
yönlendirmiyor. Ama kabul etmemiz gereken gerçek de bu. Hiç olmazsa bu
söyleşi ile böyle bir tespit imkânı ve de konuyu paylaşma olanağı oldu.
Bununun için teşekkür ederim. Bazı konuların daha derine inilerek tartışması
gerektiğini düşünüyorum. Hiç olmazsa bu ezberin dışında bir bakış ortaya
koymaya çalıştım. Ama ezberlerin bozulmasının kolay olmadığını biliyorum.
Hele bunlar kutsanmışsa daha da zordur.
Seninde bu yönde çabaların olduğunu gördüğüm için bu çabalarına katkı vermek
benim için bir zevkti. İyi çalışmalar. Sana kolaylıklar dilerim. Geçenlerde
Robin Hood adlı filme gittim. O filmde geçen bir sözü de bu bağlamda seninle
paylaşmak isterim. Filmin bir bölümünde Robin Hood: “Haykırmak Haykırmak
Haykırmak, Kuzular Aslan olana kadar haykırmak,” demektedir. Hood’un
kuzuların aslanlar gibi haykırmalarına kadar haykırmaya ve çalışmaya devam
etmen dileği ile iyi çalışmalar.
Aziz ŞEKER: Teşekkürler…
|