Söyleşilerimiz,sitemiz adına editörümüz ve yazarımız Aziz ŞEKER tarafından gerçekleştirilmiştir. |
|
|
|
Prof. Dr. Orhan DOĞAN İLE BİR SÖYLEŞİ |
||||
Hakikatin yalan, yalanın da hakikat olduğu bir dönemeçteyiz.
Yurt içi ve yurt dışı hakemli dergilerde yayımlanmış yüzden çok yayınım, bir
ya da birden çok yazarlı on kitabım var. Yurt dışı dizinlerde de yer alan
Anadolu Psikiyatri Dergisi’nin yayın yönetmeniyim. Çok sayıda bilimsel
derginin danışma kurulu üyesiyim. Daha sonra gelişen kapitalizm sermaye ihraç ederek etkinlik alanlarını genişletmiş, hemen tüm dünyaya yayılmıştır. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından küreselleşmenin bayrağını Amerika Birleşik devletleri (ABD) almış, çok uluslu şirketler ve uluslararası kuruluşlarla bayrağı daha yükseklere taşımıştır. 1975’te dünyanın yaşadığı ekonomik kriz yeni yapılanmaların / düzenlemelerin yapıldığı yeni bir dönemi başlatmıştır. Bunun amaçları, daha serbest ekonomi, daha çok ticaret, daha ucuz işgücü, daha çok kazanç, daha çok egemenlik, devletin etkisinin en aza indirgenmesidir. Küreselleşmenin gelişmesinde ve yayılmasında 20. yüzyılda iletişim ve ulaşım araçlarındaki hızlı gelişmeyi de belirtmek gerekir. Küreselleşme kavramı çerçevesinde olup bitenlerin tümü, toplumları ve toplumların temel yapı taşları olan grupları ve insanları önemli ölçüde etkilemektedir. Bu etkiler genellikle olumsuz niteliktedir, daha sonra değinilecektir. Küreselleşmenin bireyselden toplumsala, yerelden evrensele doğru bir ilerleme olduğunu; tüm insanlar için bir evrensel ortak kimlik olduğunu savunanlar vardır. Bu savlar doğruysa, insanların ve toplumların çeşitli sorunlar yaşamaları kaçınılmazdır. Örneğin, küreselleşmeyle kuzey-güney (varsıl-yoksul) çelişkisinin arttığı, emeğin ucuzladığı, işsizliğin arttığı, insanların sosyal güvencelerinin ortadan kalktığı, sosyal devlet ilkesinden ve uygulamalarından uzaklaşıldığı, yabancılaşmanın arttığı gibi savlar da ileri sürülmektedir. Bunu en iyi, küreselleşmenin olumsuz etkilerinin
olduğuna inananların kalıplaşmış bir anlatımı olan “Küresel köy mü, küresel
yağma mı?” söyleminde görebiliriz. Küreselleşmenin sonuçlarının insanı ve toplumu etkilemesi genel olarak kabul
görürken, bu etkilenmenin hangi boyutta ya da hangi şiddette olduğu
bilinmemektedir. Bildiğim kadarıyla bu alanda yapılmış bir çalışma yoktur.
Ancak işsizliğin, yoksulluğun, değer çatışmalarının yaşanmasının ruh
sağlığını olumsuz yönde etkilediği bilinmektedir. Yoksulluk
sınıflandırmalarda bir hastalık olarak görülmektedir. Psikiyatri alanında
yapılan çalışmalar psikiyatrik bozukluklarla sosyoekonomik düzey arasında
değişmez olarak ters bir ilişkinin olduğunu göstermiştir. Artık gelenekler ortadan kalkmakta, aile kurumu önemini ve değerini yitirmekte, riskler (savaş, çevre sorunları, çok uluslu şirketlerin egemenliği) artmakta, toplumsal değer yargıları değişmekte ve giderek belirsizliği artmaktadır. Küreselleşmenin kültürel boyutuna baktığımızda, “her şeyin Amerikanlaşması” olarak görmek yanlış olmaz. Yerel, eski, ulusal dışlanmakta; evrensel, yeni, uluslararacılık dayatılmaktadır. Küresel güç odaklarına benzemek, “O”nunla birlikte olmak değerli ve geçerli görülmekte, buna uymayan insanlar ve toplumlar dışlanmaktadır. Küreselleşme modasının dışında kalan insanlar ve toplumlar kendi içine kapanmakta, “başkaları”na karşı güvensizlik duymakta, milliyetçiliğe ve köktenciliğe sarılabilmektedir. Böyle bir durum, var olan olumlu değerleri de tersine çevirebilecek, geriye gidişe neden olabilecek tehlikeleri de beraberinde taşır. Burada belirtilen belirsizlik ve güvensizlik insanları kabuğuna çekilmeye ve edilgenliğe zorlamaktadır. Bu durum küreselleşme güç odaklarının ekmeğine yağ sürmektedir. Çünkü istedikleri edilgen insanlar ve toplumlardır. Bir de tüketen insanlar ve toplumlar. Güç odaklarının yaşamlarını sürdürebilmeleri, daha da güçlü olabilmeleri için sömürünün sürmesi gerekir ki, bunun en kolay yolu tüketimin artmasıdır. Tüketim alışkanlığının artması, güç odaklarının lehine bir kısır döngü oluşturur: Sermaye gruplarının ürünlerinin tüketiminin artması onların kazançlarını artırır, insanların o ürünlere alışmasını artırır ve daha çok tüketmelerine neden olur. Tüketim toplumu olma yolunda biz de son 25 yılda oldukça önemli yol aldık. Üretmeden tüketmeyi, daha çok tüketmeyi öğrendik; toplumsal sonuçları ortada. Bu koşullarda önümüzdeki yıllarda psikiyatriye daha çok iş düşeceğini
söylemek yanlış olmaz. Bireysel ve toplumsal düzeyde değerleri değiştirme ve
yeni değerler oluşturmayla karşı karşıya kalma, işsizlik - yoksulluk,
küreselleşmeyle değişen toplumsallaşma süreci, kimlik oluşturma, yalnızlık
gibi konular psikiyatrinin ilgilenmek zorunda kalacağı sorunlar gibi
görünüyor. Doğru kullanılırsa, televizyon, radyo, video, DVD, internet, yazılı iletişim araçları gerçekten yararlı etkilere sahiptir. Ancak gerek bunların çalışanları ve sahipleri (ile arkalarındaki çok uluslu şirketler), gerekse bunların kullanıcılarına bağlı etkenler yararlı kullanma olasılığını çok düşürmektedir. Kaldı ki, bu araçların sahiplerinin, araçların “yararlı ve uygun” kullanılmalarını sağlama gibi bir endişeleri yoktur; bunlar insanları ve toplumları istedikleri yönde değiştirme, biçimlendirme araçları olarak görülmektedir. Sözünü ettiğiniz “sanal bombardıman”la her yerde, her an iç içeyiz.
Gerçekten değer yargılarımız sarsılıyor, ruh sağlığımız etkileniyor,
toplumsal yapımız değişmeye zorlanıyor. Bu bombalar çelişkili iletiler de
taşıyabiliyor, kendimiz ve toplumumuz hakkında soru işaretlerine neden
oluyor. Sanal bombardıman “sanal bir dünya” sunuyor, gerçekle bağımız
azalıyor. Bu durumda somut olarak zengin - yoksul, eski - yeni, moda olan -
moda olmayan, biz - öteki ayrımı belirginleşiyor; sıkıntı, belirsizlik,
öfke, kabuğuna çekilme, karamsarlık, umutsuzluk yaratabiliyor. Bu çok
boyutlu sonuçların ele alınması ise, tek başına bireye ya da
psikiyatristlere bırakılamayacak kadar büyük ve önemli. İnsanın
çaresizliğini ancak toplumsal bütünleşme ile aşabiliriz. Patolojik internet kullanımı ile ilgili bazı ölçütler konulsa da, bu genel kabul gören bir duruma gelmemiştir. Ancak bu ölçütlere göre patolojik internet kullanımı olan kişiler incelendiğinde bazı önemli ipuçları elde edilmiştir: Bu kişilerin genellikle yalnız, sosyal soyutlanmışlık içinde, depresif özelliklere sahip, çoğunda dürtü kontrol bozukluğu ve daha azında obsesif kompulsif bozukluk olduğu saptanmıştır. Bu sonuçlar patolojik internet kullanımının bir neden mi, yoksa sonuç mu olduğunu göstermez. Yine de, patolojik internet kullanımı için bazı özelliklerin bir yatkınlık oluşturduğu çıkarsamasında bulunulabilir. Bilindiği gibi, Maslow’un insan gereksinmelerinin sıralamasında “sevgi ve ait olma” üçüncü sıradaki temel gereksinmelerdendir. İnsan bir gruba, topluma, kültüre ait olduğunu, bunların bir üyesi olduğunu hissettiğinde ve bildiğinde kendini daha güvenli hisseder. Günümüzde ait olma duygusu, çok hızlı toplumsal değişmeye ve değerlerin değişmesine bağlı olarak zayıflamıştır. İnsanlar salt yaptıkları işe değil; kendilerine, ailelerine, yaşadıkları çevreye, topluma, bir bütün olarak yaşama yabancılaşmakta, yalnızlaşmaktadır. İnternet aracılığıyla bu eksiklikler giderilmeye çalışılmaktadır. Gönül’e göre, patolojik internet kullanıcıları “Ben salt internet ortamında iyiyim.”, “İnternet benim tek arkadaşım.”, “İnternet bana saygı duyulan tek yer.” biçiminde bilişsel şemalar geliştirmektedirler. İnternet dünyasında yüz yüze bir etkileşim olmamakta, ilişkide toplumsal sınırlamalar ortadan kalkmakta, hiyerarşik bir ilişkiden uzaklaşılmakta, gerçek yaşamın sorunları bulunmamakta; yapay, görece daha eşit ve sansürsüz bir dünyada yaşanmaktadır.
Aziz ŞEKER: Öteki ve kendimiz? Neden kendisine benzemeyeni bir ötekileştirme
gayreti içine düşüyor insan? Belki de bu küreselleşmenin gölgesine sinmiş
bir insan ilişkileri problematiği… Bu iki unsur arasında kurulacak güven ve
saygıya dayalı bir diyalog birçok sosyal sorunu ortadan kaldırmaz mı? Ör:
Fransa göçmen ayaklanmasına da bu temelden hareket edilerek bakılsaydı
farklı sonuçlara gidilebilirdi. Özel de, genel de olsa, ayrımcılığın kökeninde bireysel benlik ve toplumsal benlik değerleri yatıyor olabilir. Çünkü ayrımcılığı yapanlar genellikle bu değerleri yüksek olanlardır. Amaçları egemen olmak, üstünlük kurmak, sonuçta daha aşağı gördüklerini sömürmek ve kendi değerlerini daha da artırmaktır. Bu durum “öteki”ler tarafından kolaylaştırılır. “Öteki” olarak damgalananlar kendilerini zamanla daha değersiz görüp güvensiz, kuşkucu, korkak, tepkisiz, kabuğuna çekilmiş bir konuma gelebilirler. Böyle bir konum, yüzeysel olarak bakınca “biz”i (damgalayanları) haklı çıkarır; kısır döngü sürer. Bu sorunu çözmek çok mu zor? Evet, zor. Çünkü insanın
doğasında egemen olmaya, üstün olmaya doğru bir eğilim vardır. Benlik değeri
önemli bir soyut değerdir. “Biz” grubunda yer alanlar acaba benlik
değerlerini normal düzeye getirebilecekler mi? Söylediğiniz güven ve saygıya
dayalı diyalog bu sorunu çözebilir. Fakat böyle bir diyalog “biz”im ve
“öteki”lerin eşit konumda olmalarına bağlıdır. Yüzyıllardır “biz” konumunda
olanlar bunu gerçekleştirebilir mi? Bilmiyorum, fakat pek iyimser değilim.
Bu iletiler bize farklı, kolay, renkli, sanal dünyalar sunuyor; bu özellikler bizi kendine çekiyor. Bir bakıyoruz ki, herkes kabaca aynı konuyu konuşuyor, aynı marka pantolonu giyiyor, aynı içeceği içiyor, aynı biçimde eğleniyor, aynı biçimde okumuyor ya da düşünmüyor. Tüm bunlar bizi aynı çok uluslu şirketlerin aynı tür tüketicileri yaparken, kültürümüzü de tüketiyoruz. Arkadaşlık, aile, sevgi, saygı ilişkisi çok değişti. Bizim toplumumuzda artık aile ziyaretleri,
bayramlar, birliktelikler bitmek üzere. Köftemiz hamburger, pidemiz pizza,
içeceğimiz kola oldu. Artık “ben” yok, “biz” varız. Biz kimiz? Biz aynı
tüketim ürünlerine saldıran, aynı markaları kullanan, sanki aynı tornadan
çıkmış insanlarız. Kendimiz miyiz? Hayır. Kendimiz olmaya fırsat veriliyor
mu? Hayır. Bizi biz yapan küreselleşme, bizim bunda bir katkımız yok. Tüm
bunlar mutluluk huzur gibi kavramların ve yaşantıların gerçek anlamlarını da
değiştirdi. Bunlar göreli kavramlar ve yaşantılar olmakla birlikte,
küreselleşmenin mutluluğumuzu ve huzurumuzu artırdığı kanısında değilim. Evet, psikiyatri küreselleşmenin bu sosyal
sonuçlarını yanıtlayabilecek mi? Sosyal sorun düzeyinde yaşananları da
ekleyebiliriz yanıtlanması gereken sorunlara; aile parçalanması, kimlik,
kişilik problemleri, sosyal destek / sosyal koruma sistemlerinin iflası, AIDS, madde kullanımı, depresyon, aile içi şiddet sosyal sağlığımızı da
bozarken psikiyatri ve ruh sağlığı alanında çalışan sosyal mesleklere ne tür
görevler düşürüyor… Vahşi liberalizmin hortladığı yeryüzünde çözüm yolları
neler olabilir? Doyumsuzluk soyut anlamda da görülmeye başlandı. Toplumumuz için söylersek, insanlar emek vererek, çalışarak, okuyarak, düşünerek somut kazançlar elde edemeyeceklerine inanmaya başladılar. Bu inancın temelinde büyük ölçüde “köşe dönmenin devlet felsefesi durumuna gelmesi”nin yattığı kanısındayım. Artık bir çıkarımız varsa, insan ilişkisi var; çıkarımız yoksa, insan ilişkisine de gerek yok. Bu tür yaklaşımlar insanları çıkarcılığa, kolay yoldan - çalışmadan para kazanmaya, para dışında amaçsızlığa, boşluğa, hiçliğe doğru götürmektedir. Bunun için küresel köyde insanlar yalnızdır, milyonların arasında yalnızdır. Ne yazık ki, insanların kendilerine örnek alacakları kişilerin sayısı çok
az. Zaten küreselleşmenin araçları böyle kişileri ön plana çıkarmıyor, yok
etmeye çalışıyor. Yaşadığımız yıllarda, insanların belki de en önemli
eksiklikleri kendilerini tanımamaları, güçlerinin farkında olmamalarıdır.
Örneğin, binlerce kilometre uzaklıktaki birini çeşitli özellikleriyle
tanırken, elinin altındaki kendisini tanımamaktadır. Gerçek duygularının,
düşüncelerinin, gizilgüçlerinin, yaratıcılığının farkında değildir. Farkına
varmadıkça, bunları kullanmadıkça, bu özellikler giderek körelecek, yok
olacaktır. Bu anlamda küreselleşme çağında insanlar kendilerine kördür. Küreselleşme ile gerçekte sevginin de, aşkın da olmadığını keşfettik (!). Önemli olanın “düzeyli birliktelikler” olduğunu öğrendik (!). Aile değerlerinin boş ve çağcıl olmadığını da öğrendik (!). Sevip sevmediğimizi, aşık olup olmadığımızı biz bilemeyiz (!); başkaları söyler oldu. Kadınlarımız salt cinsel nesneler olarak sunulmaya başlandı, ideal ölçülerin dışına çıkanların artık hiçbir çekiciliği kalmadı. Bize küreselleşme ile verilenler bunlar. Daha önce belirttiğim biçimde doyumsuzluklar arttı. Sanki soyut olan hiçbir şey yok, her şey somut. Bu açıdan baktığımızda güvensiz, değersiz, doyumsuz, yalnız insan tüm bunları gidermek için tarihsel olarak çok gerilere gitti: Güvenmek / güvenilmek, yalnız kalmamak, doyuma ulaşmak, değerli olduğunu hissetmek için somut, yüzeysel ve çıkarcı ilişkilere yöneldi. Bunun için özellikle gençler sevgisiz cinselliğe, somut doyuma doğru doludizgin gitti, gidiyor. Küreselleşme her yaştan, her cinsiyetten, her sosyoekonomik ve kültür düzeyinden insanı etkiliyor. Bunun için evlilik sorunları, geçimsizlikler, boşanmalar, ayrı yaşamalar artıyor.
Aziz ŞEKER: Bir yandan en zengin dönemini yaşayan dünyamız, yaygın bir
küreselleşme söylemi içinde, aynı zamanda aç ve yoksul insan sayısının en
yüksek düzeye ulaştığı bir dönemi de yaşıyor. Küreselleşme dendiğinde,
çoğumuzun aklına belki önce postmodern estetikler, internet cafeler, cep
telefonları geliyor.
Fikret Şenses’in Küreselleşmenin Öteki Yüzü (İletişim;
2003) adlı kitabında yerinde yaptığı tespitlerde gördüğümüz, küreselleşmenin
bir de öteki yüzü var. Kendi ülkemizde ve dünyanın çeşitli ülkelerinde
yeterince beslenemeyen, temel sağlık ve eğitim hizmetlerinden
yararlanamayan, ancak sesleri pek duyulmayan milyonlarca insan var. Bu
insanlara; başka bir ifadeyle küreselleşmenin çok yönlü etkileri karşısında
yalnız kalan “bireye” psikososyal sağlığını koruması için neler önerirsiniz? Bunun sağlanabilmesi için madalyonun
“öteki” yüzünün daha da kötüleşmesi gerekir ki, toplum aynı kalabilsin.
Küreselleşmenin öteki yüzüyle ve sonuçlarıyla ilgili önemli veriler var:
Dünya nüfusunun en varsıl %20’si dünya gelirinin %85’ine, en yoksul %20’si
ancak %1.4’üne sahiptir. Dünya nüfusunun %80’i telefondan çevir sesi bile
duymamış. Dünyadaki internet kullanıcılarının yarısı salt Kuzey Amerika’da
yaşıyor. Dünyada günlük geliri bir dolardan az olan 1.1 milyar insan var.
Askeri harcamalara harcanan para bulaşıcı hastalıkların önlenmesi, beslenme
yetersizliğinin giderilmesi ve sağlıklı su sağlanması için gerekenden daha
çok. Ülkemizde ilköğretim çağına gelinceye dek anne sütünden başka süt
içmemiş çocuklarımız var. Okul olanağı olmayan, olsa bile bundan
yararlanamayan çocuklarımız var. Bu örnekler daha da artırılabilir.
Küreselleşme, yanlış ve moda bir anlatımla “bütün hızıyla sürüyor”,
karşısına çıkanları sürükleyip götürüyor. Olumsuz etkiler karşısında yalnız
kalan birey çaresizlik yaşar ve tek başına bu etkilerden kendini koruyamaz.
Bana göre çözüm için öneriler şunlar olabilir: kendini ve toplumu iyi
tanımak, okuyup bilgi sahibi olmak (bilgi sahibi olmadan fikir sahibi
olmamak – Uğur Mumcu), düşünmek, birleşmek: Aşağıdan küreselleştirmeyi
gerçekleştirmek. |
|
|