Söyleşilerimiz,sitemiz adına editörümüz ve yazarımız Aziz ŞEKER tarafından gerçekleştirilmiştir. |
|
|
|
YAŞLILIK, YOKSULLUK, VE SOSYAL DEVLET
ÜZERİNE |
||||
Teknoloji, değişen demografik yapıya uygun hangi ürünler sunmalı? Sosyal
politikaların çözmek zorunda kalacağı en önemli problemler hangileri olacak?
Bu ve bunlara benzer sorulara verilen cevaplar, yaşlılığı ve yaşlı insanı
tanımlayış biçimleriyle bağlantılı olarak değişecektir. Ayrıca yaşlılığı
daha da kompleks hale getiren kültürel faktörleri de hesaba katarsak,
yaşlılığın, yaşamın hangi sürecine karşılık geldiği sorusu, çok bilinmeyenli
bir denklem olarak karşımıza çıkmaktadır. Bir gün bu denklemin
çözülebileceğine şüpheyle bakmak gerekir. Aksine denklemdeki bilinmeyenlerin
sayısı giderek çoğalacaktır. Daha şimdiden 12 tane yaşlılık tanımı
yapılıyor. Gelecekte herhalde sayıları artacaktır. Çünkü yaşam uzayacak ve
bu uzun yaşamın anlamları, farklı beklentilerin ortaya çıkmasına yol
açacaktır.
Hem ulusal hem uluslar arası veriler, bunu
açık ve net şekilde gösteriyor. Bu yüzden yaşlılığa yaklaşımlarımızı
değiştirmekle yetinemeyiz, aynı zamanda gereklerini de yerine getirmemiz,
yani yaşlı topluma hazırlanmamız gerekiyor. Hazırlıklar çok kollu olmalı.
Sırayla değil, birbirine paralel şekilde yürütülmeli. Bilim, politika,
ekonomi ve toplum el ele çalışmalı. Bu çalışmalar teorik ve uygulama
şeklinde iki ana koldan yürütülmeli. Teorisi olmayan uygulamanın başarısız,
uygulaması olmayan teorinin yararsız olduğu ilkesinden hareket ederken,
özellikle ülkemizde çok sık ihlal edildiği görülen etik değerlere de saygılı
davranılmalıdır. Çünkü emeklilik politikaları ile kimlerin ne zaman iş piyasalarının dışına çekileceği sorusuna cevaplar aranmaktadır. Yaşlılık politikaları, öncelikle emekli olmuş insanlara yönelik politikalardır. Fakat Türkiye’de emeklilik o kadar erken başlıyor ki yaşlılık politikalarını emeklilik dönemindekilere yönelik politikalar şeklinde tanımlarsak, Batı ülkelerindekinden tamamen farklı amaç ve hedeflere yönelik politikalar uygulamamız gerekir. Türkiye’de “yaşlı kimdir?” sorusu cevaplandırılmadığı için yaşlılık politikaları ortaya çıkmamaktadır. Diyelim ki 60 veya 65 yaşından itibaren insanları yaşlı olarak kabul edeceğiz. O zaman bunu açık bir şekilde söyleyelim ve “emekliler” denildiğinde aklımıza yaşlıları getirmeyelim. Türkiye’de 40 yaşında emekli olunduğunu unutmayalım. Emeklilerden söz ederken bunun altında neden yaşlıları anladığımızı ben anlamakta zorlanıyorum. Türkiye’de, Batı ülkelerinden farklı olarak emekli politikalarıyla yaşlı politikalarını birbirinden belirgin şekilde ayırmak gerekir. Yaşlılara yönelik politikalar tabii ki çalışma politikalarını da kapsar, ama bunun yanı sıra aile, kadın, gençlik, eğitim, sağlık, bakım politikalarını da içine almalıdır. Bu yüzden paradigma farklılığından söz edemiyorum, daha ziyade ülkemizde yaşlılıkla ilgili bir paradigmanın bulunmadığına dikkat çekme gereğini duyuyorum. Örneğin gençlik için nasıl bir yaşlılık düşünüyoruz? Onlara nasıl bir yaşlanma süreci sunuyoruz? Kadın-erkek eşitsizliğinin kadın açısından yarattığı olumsuz yaşlanma süreçlerine karşı hangi önlemleri almayı düşünüyoruz? Ekonomiyle demografik yaşlanmayı nasıl birbiriyle uyumlu hale getirmeyi planlıyoruz? Sosyal güvenlik sisteminin ayakta kalabilmesiyle demografik yaşlanma olgusu arasındaki tezatlıkları ortadan kaldırabilmek için hangi stratejileri uygulayacağız? Sosyal güvenlik sistemine bakım sigortasını ne zaman eklemeyi düşünmekteyiz?
Sosyal hizmet ağına yaşlı
hizmetlerini nasıl adapte edeceğiz ve ülke çapında yaygınlaştırmak için
hangi yolu takip etmeliyiz? Demografik gelişmeleri takip ve tespit etmek
için çeşitli veri bankalarını ne zaman oluşturacağız? Bu ve diğer sorulara
cevap verebildiğimiz an, ülkemizde yaşlılıkla ilgili bir değil, birden fazla
paradigma kendiliğinden ortaya çıkacaktır. İşsizlik gençler arasında çoğalıyor, üniversitede öğrenim görenler kendi istedikleri bir bölümde değil, üniversite seçme sınavının notu tarafından belirlenen bir alanda okuyor. Meslek eğitimine önem verilmiyor. Hala “çekirdekten yetişmiş” insanlarla yürüyen bir meslek anlayışı var. Organizeli meslek eğitimi çok düşük bir düzeyde kalıyor ve bu yüzden kalifiye eleman sıkıntısı çekiyoruz. Hala “ortaokul dengi” ve “lise dengi” meslek okullarından söz ediliyor. Bu “üniversiteye giremez ve girebilir” çağrışımları yapıyor. Dolayısıyla asıl hedef bir meslek öğrenmek olmalıyken, üniversiteye giden yol şeklinde algılanıyor. Sonuçta gençlere meslek eğitimi alternatifi değil, üniversiteye girebilme alternatifi sunuluyor. Bunun tam tersi Batı ülkelerinde uygulanmaktadır. Bu ülkelerde binlerce meslek kolu ortaya çıkmıştır. Her yıl yüz binlerce gencin çeşitli meslek kollarında eğitim görebilmeleri için sosyal politikalarla uygun koşullar yaratılmaya çalışılıyor. Diğer taraftan Türkiye’de eksikliği hissedilen ve meslek eğitiminin önemsenmeyişinin sebeplerinden biri de, şirketlerin, meslek eğitiminde sorumluluk üstlenmemeleridir. Batı ülkelerinde meslek eğitimi gören gençler haftanın üç günü okula, iki gün bir işletmede çalışmaya gönderilirler ve üç yıl süren meslek eğitimi sonunda diplomalarını alırlar. Örneğin Almanya’da bir market herkes açabilir, ama herkes kasaplık yapamaz. Eğer marketinizde et mamulleri satmak istiyorsanız, kasaplıkta “ustalık” mertebesine erişmiş birini çalıştırmanız gerekiyor. Böylece meslek eğitimi alanlara çalışma olanakları yaratılıyor ve meslek kolları koruma altına alınıyor.
Eğitim süresi boyunca
ufak bir de aylık maaş alarak henüz meslek okulunda çalışmanın zevkini veya
zorluklarını yaşıyorlar. İşletmelerin, gençlerin meslek eğitimine
katılmaları gençlik politikalarıyla sağlanıyor. Böylece işletmeler sadece
ekonomik bir ortam olarak değil, aynı zamanda sosyal bir ortam olarak
topluma katkıda bulunuyorlar. Bu ne demek? Sadece eğitim olanaklarının yeterli olamayacağı, aynı zamanda sigortalı bir iş, yeterli süre iş piyasasında kalarak emekliliğini garanti altına almak, sakatlanma, engellilik gibi durumlara karşı güvence altında olmak, rehabilitasyon olanakları, engelli gençlere ve genç kadınlara özel çalışma olanakları gibi birçok duruma çözümler getirmek demektir. Yaşlılık politikaları, yaşlıların yaşam kalitesini korumalarını sağlayan girişimler olarak özetlenebilir. Yaşlıların yaşam kalitesini korumak için başta yeterli bir gelire sahip olmaları gerekir. Bu ya emekli maaşı ya da sosyal yardım şeklinde olmalıdır. Yaşam kalitesinin korunması açısından sadece ekonomik güvence yeterli değildir. Yaşlılıkta yaşam kalitesini düşüren hastalık ve bakıma muhtaçlık problemlerine yönelik çözümler getirilmesi gerekir. Sağlık hizmetlerinin yanı sıra günlük yaşamını sürdürebilmesi için, gerekirse bakım ve yardım hizmetleri sunmak gerekir. Bakımlar, aile fertleri tarafından yürütülüyorsa, ailenin desteklenmesi gerekmektedir.
Dolayısıyla
yaşlılık politikaları öncelikle sağlık, bakım, sosyal
yardım, aile ve ekonomi politikalarıyla bağlantılı olarak
düşünülmelidir. Bütün bunlar Türkiye’de olmadığı için
toplumsal sorunlarla mücadelede yeterli sosyal
politikaların varlığından söz edebilmek pek mantıklı
değildir.
İsmail TUFAN: Yaşlıların temel haklarından söz etmek ne kadar doğru olur, bu tartışılabilir. Ancak yaşlıların herkes gibi hakları olduğu kesindir. Bununla şunu söylemek istiyorum: Bizim ülkemizde yaşlılık, kişinin yaşından daha çok, sosyoekonomik konumlarıyla bağlantılıdır ve yaşlıların bu bağlamdaki konumu her yönden düşündürücüdür. İnsanlar yaşlandıklarında
ekonomik yönden artık bağımsız olmaları gerekirken, Türkiye’de bunun tam
tersini yaşayan yaşlılar inanılmaz derecede fazladır. Eğer Devlet İstatistik
Enstitüsü’nün (TÜİK) verilerine inanıyorsak ki bunlardan daha sağlam bir
veri merkezi ülkemizde yok, o zaman şunu net biçimde ifade etmek gerekir:
Türkiye’de yaşlılık fakirlikle aynı anlama gelmektedir. Buna bir de
engellilik, hastalık veya bakıma muhtaçlık eklendiyse, artık o yaşlı
açısından bağımlılık kusursuz hale gelmektedir. Demek ki yaşlıların temel
haklarından birincisi kimsiye el avuç açmadan geçimini sağlayabileceği bir
gelire sahip olmaktır. Teorik olarak bunda bir hata yok, ama pratikte henüz ülkemizde uygulaması olmayan bu teoriden hareket ederek, yaşlılarımıza ekonomik bağımsızlık hakkını vermemiz mümkün değildir. Şöyle de sorulabilir: Yaşlılar, neden zamanında çalışıp emekli aidatlarını yatırmadılar? Kendileri mi böyle istedi, yoksa ellerinde olmayan sebeplerden ötürü mü bunu yapamadılar? Bu soruların cevabını vermek için bugünkü gençlerin durumuna bakmak yeterli. İşsizlik bir türlü çözemediğimiz problemlerin başında geliyor. İkincisi, çalışanlara baktığımız zaman, büyük bir kesimin sosyal sigorta kapsamında olmadıklarına şahit oluyoruz. Anlaşılıyor ki çalışma ve emeklilik sistemleri birbiriyle uyumlu çalışamıyorlar. Dolayısıyla, böyle kaldığı sürece biz gelecekte hala yaşlılıkla ekonomik bağımlılık arasındaki bağlantıları koparamayacağız. İnsanlar, belki belli bir kısmı emeklilik kasalarına aidat ödemekten kaçarlar. Fakat başka ülkelerden de görüldüğü gibi çoğunluk, yaşlılığını düşünmektedir ve emeklilik kasalarına ödeme yapmaktadır. Ayrıca normal şartlarda bu kendilerine de sorulmamaktadır. Devlet, bunu bir vatandaşlık
görevi olarak her çalışandan beklemektedir. Prensipte bizim ülkemizde de
yasal açıdan böyledir, ama özel sektörde çalışan ve sigortalı olmayanların
çokluğuna baktığımız da, suçluları ve kurbanları birbirinden ayırt etmek de
çok zor olmuyor. Yaşlıların hakları, yaşlanmadan önce onlar açısından
uygulanması gereken, ama uygulanmayan yasalarla ve haklarla bağlantılıdır.
Bunları uygulatmak ise devletin görevidir. Orman kanunlarından, güçlünün güçsüzü ezdiği toplumdan bugün ortaya güçlünün güçsüze yardım ettiği bir toplum çıktı. Bu da toplum olarak henüz başaramadığımız bir prensiptir. Bizde genellikle “hayır” işi şeklinde bir yardımlaşma hala sürdürülmektedir. Bunun yanlış ve kötü bir şey olduğunu söylemek istemiyorum. İnsanlar, muhtaçlara ellerinden geldiğinde yardım etmelidir. Fakat “sadaka” vermek, aynı zamanda insan onuruyla bağdaşmıyor. Sosyal
devletler, vatandaşlarına sadaka vermezler. Hakları olan yardımları, sosyal
yardım şeklinde yaparlar ve sadece ve sadece bu yardımları hak edenlere
verirler. Şimdi belki yeni bir şey söylemediğimi ve bunları herkesin
bildiğini düşüneceksiniz. Madem herkes biliyor, o zaman neden bir türlü
gerçekleşmiyor? Mesela Almanya 2007 yılı için sadece yaşlılara 80 milyar Euro civarında veya çocuklara her yıl ortalama 6 milyar Euro kaynak ayırdı. Neden bunu yapabiliyor? Çünkü vergiler adam gibi ödeniyor, emekli sigortalarına, sağlık sigortalarına ve diğer sigortalara, örneğin bakım sigortasına herkes gelirinin belli bir oranını ödemekten kaçmıyor. Böyle olunca finansman problemi büyük ölçüde çözülüyor. Yaşlılara temel hak demek, yaşlılık öncesi dönemdeki insanların görevlerini yerine getirmektir. Burada şu veya bu hakları bir liste olarak sunmanın pek bir faydası yok. Birkaç tanesini hemen söyleyelim: Sosyal yardım, fakirlik
yardımı, bakım yardımı, ilaç ve hastane masrafları, konut ve kira yardımları
vs. vs. Bu terimlerin arasında belki yabancı olduğumuz bir tanesi var: Bakım
yardımı. Bu da henüz Türkiye’de bulunmayan, ama yaşlılıkta temel haklardan
biri olarak mutlaka olması gereken bir sigortanın ürünüdür. Bakım sigortası
Türkiye’de mutlaka devreye girmelidir. Çünkü daha şimdiden bakıma ve yardıma
muhtaçların sayısı milyonlara yaklaştı ve gelecek dönemlerde sayıları daha
artacaktır. Tabii ki
aralarında bunu yapmayanlar var. Örneğin yaşlılara karşı şiddeti de
ülkemizde tartışmaya açmalıyız. Fakat genel duruma bakınca, yaşlı
insanlarımıza yakın sosyal çevreleri, birçok Batı ülkesindekinden çok daha
iyi davranıyor. Bizim asıl problemimiz, yaşlıların uzak sosyal çevreleriyle
bağlantılı. Gözden uzak olunca, gönülden uzak olur denir ya, işte böyle bir
şey. Yaşlılarla ilgilenen, onların gerçek durumlarını dikkate alan uzak
“sosyal çevreler” bir türlü oluşturulamıyor. Çünkü ülkemizin bir “yaşlılık
politikası” adı altında yürüttüğü, doğrudan yaşlıları göz önüne alan sosyal
politikaları yok. Bunlara ayrıca iyi kadın politikalarını ve gençlik politikalarını da eklersek, o zaman insanı bir bütün olarak algılayabilir ve yaşlılık problemlerinin yaşlılıkta değil, yaşlılık dönemi öncesindeki koşullarda yaratıldığını idrak etmiş oluruz. İnsanların yaşamı birbirinden kopuk yaşam dönemleri şeklinde geçmiyor. Her yaşam dönemi, bir
öncekinin doğurduğu sonuçlarla bağlı ve insan yaşlılığında nasılsa,
çocukluk, gençlik, yetişkinlik dönemlerinde olduklarıyla bu hale
gelmektedir. Eğer yaşlıları sosyal ölüler olmaktan kurtarmak istiyorsak,
onlara yaşlılık öncesinde yaşam olanakları yaratabilmeliyiz. Sosyal yaşamın
tüm alanlarına ve boyutlarına girebilmekle bağlantılı hedeflerin hepsini
burada dile getirmek tabii ki mümkün değildir. Fakat bu olumlu görünen tablonun içindeki detaylar da önemli. Gözden kaçan, çevreden gizlenen bir sürü hoş olmayan, çirkin olanlar da toplumun bir parçası. Bunlar arasında yaşlılara yönelik şiddet, en konuşulan tabulaştırılan bir temadır. Hiç kimse “ben annemi, babamı veya kayınvalidemi dövüyorum” demez. Çünkü başına
geleceklerden korkar. Bu yüzden bu tür eğilimlere sahip kişiler, aileler ve
kurumlar, bunları dışa yansıtmaz, kendi bünyesinde saklayarak, toplumun
insancıl özelliklerinin zamanla ortadan kalkmasına yol açarlar. Bu yüzden
yaşlıların ihmal ve istismarı, günümüzün önemli bir problemidir ve
konuşulması gerekir. Çünkü özel yaşamlarındaki ihmal ve
istismarlara ulaşabilmemiz için gereken girişimler ilk önce devletten
gelmelidir. İhmal ve istismarın boyutlarını ben özel yaşamdan alıp, kurumsal
bir ihmal ve istismardan işe başlamak gerekir diye düşünüyorum. Aile düzlemindeki istismarların kapsamı, kitleyi göz önüne alınca çok ufak kalıyor. Önemli olan birkaç sineği yok etmek olamaz, bataklığı kurutmak gerekiyor. Ülkemizde bugün yaşlı olarak tanımladığımız, yaşı 60’ın üzerinde 6 milyondan fazla insan yaşıyor. 10 yaşlıdan 9’u fakir, 100 yaşlıdan 30’u engelli, 10’u kronik hasta. Her birinin ortak ve farklı bir ihtiyacı karşılanmıyor. Ama istismar ediliyorlar. Mesela işe giden kızının ufak çocuğuna bakan yaşlı kadınlar, kızı tarafından değil, toplum tarafından istismar ediliyor. Çünkü işine giden geç kadın az veya çok, toplumsal üretime katkı sağlıyor ve bu katkıya yaparken yaşlı annesi ona yardımcı oluyor. Buna karşın yaşlı kadına bu yardımdan dolayı bir “sosyal yardım” yapılmıyor. Başka bir örnek: Yaşlı bir adam, eline geçen ufak emekli
maaşıyla geçiniyor ve satın aldığı mallara vergi ödüyor (KDV). Böylece
topluma katkı sağlıyor, ama bakıma muhtaç hale gelince devlet ona bakmıyor.
Ki bu adam emekli maaşı alıyorsa, daha önce bu devlete vergi ödedi, çocuk
yetiştirdi, oğlunu askere gönderdi. Yaşlanınca unutulması, bir istismardır.
Bu tür örnekler çoğaltılarak, yaşlıların “genel” istismarı ve ihmali ile
ilgili bir sürü örnek verilebilir. Bunların birçok
örneğine başka ülkelerde rastlandı. Bakımevlerinde
ilaçları, yemekleri zamanında verilmeyen, susuz
bırakılarak vücudu kuruyan yaşlılardan zehirle öldürülen
yaşlılara kadar birçok ihmal ve istismarın yanı sıra,
cinayete kadar varan şiddet olayları varken, Türkiye’de
bunların olamayacağına inanmak, saflıktan ziyade, ihmal ve
istismarın yeni bir örneği olur. Gözlerimizi gerçeklere
kapadıkça, yaşlıların üst ve alt düzlemlerdeki ihmal ve
istismarını desteklemiş oluruz.
Hizmetler daima ihtiyaca göre sunulur?
Hizmet modelleri, kapsamlı araştırmalar sonucunda tespit edilen ihtiyaçlara
mümkün olabildiğince iyi cevap verebilen, tasarlanmış sistemlerdir.
Türkiye’de yaşlıların neden, nasıl, nerede, kimler tarafından, hangi
yöntemlerle, hangi amaçlarla, ihmal ve istismar edildikleri bilinmeden,
onlara hizmet sunulduğu ve problemlerine yönelik model veya modellere sahip
olduğumuz söylenirse, bunun inandırıcı bir tarafının bulunmadığını söylemek,
Akdeniz Üniversitesi Gerontoloji Bölümü Başkanı olarak benim görevimdir.
Bu
bölüm laf olsun diye kurulmadı. Yaşlıların, yaşlananların yaşamında olumlu
değişimler yaratacak, toplumsal gelişmeye çok yönlü katkılar sağlayacak
hedef ve amaçlara yönelik olarak, uzun bir süreçten geçilerek bu bölüm
ortaya çıktı. Biz henüz yolun başındayız, ileriki dönemlerde umarım aynı
soruyu bir kere cevaplama fırsatım olursa, size bu konuyla ilgili daha güzel
şeyler söylemeyi umut ediyorum. Diyelim ki eğitim
sistemini tartışacağız, öğrencileri ve ebeveynleri hesaba
katmadan bu konu tartışılabilir mi? Bu yüzden demokrasiyi
tartışırken daima “insan” odak noktaya konularak bu
yapılmalıdır. Demokrasiyi, devlet veya devlet organları
için tartışmıyoruz. Devlet, organlarıyla birlikte
demokrasiyi uygulayacak olan yan kollardan biridir.
İnsanı, ihtiyaç ve beklentilerini tartışmak gerekiyor.
Öncelikli değer
“insandır”. İnsan kavramı altında anladığımız şeylerde bir
değersizlik algılıyorum. Eğer insana değer veren
özelliklerimizi arttırabilirsek, demokrasi kendiliğinden
zaten oluşmaya başlar. Ama biz tersini yapıyoruz.
Önce demokrasiyi tartışıyor, sonra insanı
ona uydurmaya çalışıyoruz. Hayır, demokrasi insana uymalı. İnsanın
ihtiyaçlarına uygun olmalı. Örneğin çocuklarımızı ele alalım.
İstatistiklerde 130 bin çocuğun çalıştığını görmekteyiz. Diyelim ki bu rakam
doğrudur, bence bundan daha fazladır. İsterse bir tek çocuk çalışsın. O
zaman demokraside ufak da olsa işlemeyen bir fonksiyon vardır. Bu arızanın
giderilmesi gerekir. 130 bin çocuk, işlemeyen bir eğitim ve ikamet kayıt
sistemini gösteriyor. Çalışanlara bakıyoruz, orada da işlemeyen fonksiyonlar
işleyenlerden çok daha fazla. Öğrencilerin durumuna bakıyoruz,
çocukluklarını yaşamadan sürekli dersleriyle meşguller. Okul, dershane, özel
öğretmen arasında koşuşturup duruyorlar. Tabii ailelerinin ekonomik gücü
varsa. Çoğuna gelecek hazırlayamıyoruz. Ama demokrasiyi tartışıyoruz. Burada
herkesin bildiklerini tekrarladığımı biliyorum. Sadece ülkemizde ilginç bir
durum var: Herkes şikâyetçi, ama şikâyet edilene yönelik icraat eksik.
Tartışıyoruz, ardından girişim gelmiyor. Çünkü girişim insana yöneliktir ve
insanı dikkate alan insanlar gerektirir. Bunun entelektüel boyutları ve uygulama boyutları
var. Bizim şu andaki durumumuzu entelektüel düzlemden uygulama düzlemine
geçememe hali olarak tanımlayabiliriz. Demokrasinin tanımlarını
tartışmalıyız, çünkü onun da gelişmesi gerekiyor. Mükemmel bir demokrasi
hiçbir ülkede yok. Sadece demokrasiyi iyi uygulayanlar, daha az iyi
uygulayanlar ve hiç uygulamayanlar var. Fakirliğin genel tanımı yapılamaz,
ülkeden ülkeye değişen tanımlarından hareket etmek gerekiyor. Çünkü her
ülkenin yaşam koşulları farklıdır. Bir ülkede fakir sayılan bir kimse, başka
bir ülkede zengin sınıfında yer alabilir. Örneğin Batı ülkelerinden
Türkiye’ye gelen turistlerin çoğu kendi ülkelerinde orta halli veya ortanın
altında gelir düzeyi olan, zengin sınıfına ait olmayan kişilerdir. Fakat
Türkiye’ye geldiklerinde ellerindeki “para” Türkiye koşullarında onlara
tatil boyunca farklı bir hayat sürdürmelerine olanak yaratıyor. Hele Afrika
ülkelerinden birinde tatil yaparsa, zengin sınıfına yükseliveriyor. Düşünün ki paranız var, ama yaşadığınız ülkenin sosyal ve
kültürel olanaklarından yararlanamıyorsunuz. Paranın, bu durumda ne değeri
kalır? Paranız cebinizde, Bodrum’a tatile gidiyorsunuz, ama bir diskoteğe
sizi “damsız” olduğunuz için almıyorlar. Herhalde o an kendinizi zengin
hissetmeyeceksiniz. Fakirlik probleminin çözümü, insanlara, yeterli ekonomik
özgürlüğün sağlanmasının yanı sıra, tüm sosyal ve kültürel alanlarına
girebilme şansının yükseltilmesine bağlıdır. Fakirlik problemine yönelik
tavrımız bu olmalıdır. Eğitim, çalışma, meslek, kariyer kadına sağlanması gerek
olanaklardır, ama kadına bakışımızı ve onu tanımlayışımızı da değiştirmeye
çalışmalıyız. Belki işe “ev kadını” kavramından başlanabilir, neden “ev
erkeği” demiyoruz? Ülkemizde bugün 15 milyon ev kadını var, ama en az o
kadar evde oturan işsiz erkek de! Gerçekten doğru mu? İnsan tek
başına her şeyi başarabilir mi? Bu düşüncenin ardında “randıman ideolojisi”
yatmaktadır. Randımanına göre yaşam kalitesi! Peki ama ya randıman getirecek
durumda değilse? Örneğin sakat, kör, sağır, zihinsel engelli biri ise,
randımana odaklı bir toplumda, bu insanlara şans var mı? İnsana değer vermek sözünün değerini daha iyi kavrayan bir
toplum yaratmanın uğraşını vermeliyiz. Gençleri ve yaşlıları aynı ölçüde
önemseyen, her birinin toplum açısından farklı anlamlar taşıyan gruplar
olduklarını unutmadan, insanca bir yaşamı mümkün kılan adımlar atmalıyız.
Bilimin, bu adımların atılmasında üstlenmesi gereken rol bellidir. Her bilim
kolu, kendi perspektifinden toplumun gelişmesine yardım etmeli. Daha aktif
bir bilim camiası ve bilim insanlarına gerek duyduğumuza inanıyorum.
Özellikle sosyal bilimciler biraz daha aktif olmalı. Teorik çalışmalarla,
sosyal mesleklere uygulama alanları yaratabilmeli. |
|
|