Sosyal Hizmet Mesleği

Sosyal Hizmet Alanları

Sosyal Kaynak
Bilgiler

     
 


 

Özgür KEÇER

Sosyal Hizmet uzmanı

 okecer@hotmail.com 


Çatışma Kuramı Adı Altında
Marx’ın Düşüncesinde Yabancılaşma
 

 


“Dünya birbirinden kopuk bireylerin bir toplamı değildir; tüm bireyler bir şekilde birbirleriyle bağlantılıdır.”
Aristoteles


“Hiç kimse kendinden menkul bir Ada değildir; herkes Kıtanın bir parçasıdır, bütünün bir parçası; eğer deniz bir parça toprağı alıp götürse, Avrupa eksilmiş demektir, tıpkı sanki dağlık bir burun eksilmiş gibi, tıpkı sanki dostlarınızın ya da bizzat sizin bir Malikâneniz eksilmiş gibi; her insanın ölümü beni tüketir, çünkü ben insanoğluna bağlıyım; ve o yüzden gönderme kimseyi çanlar kimin için çalıyor diye; onlar senin için çalıyor.”
John Done

Çatışma kuramı, toplumun genel yapısını çözümleyen ve işlevselcilik kuramına karşı alternatif olarak ortaya çıkan ve çağdaş sosyolojide gittikçe önemi artan bir kuramdır.Çatışma kuramcıları, işlevselcilerin toplumda karşılıklı bağlılık ve birlik gördükleri şeklindeki toplumları ve toplumsal kurumları anlama anlayışı yerine toplulukların güç elde etmek için birbirleri ile sürekli bir çatışma halinde olduklarını savunurlar.Örneğin işlevselciler medeni kanunu toplumsal bütünleşmeyi artıran bir araç olarak görürlerken, çatışma kuramcıları medeni kanunu belli bir düzeni sağlamanın yolu olarak görürler.

Modern bir hava alanı inşasına işlevselciler, hava alanının farklı kısımlarının, sistemi işler halde tutmak için nasıl bir arada çalıştığına işaret etmektedirler.Çatışma kuramı, işçiler ve idare arasındaki rekabet ve her grubun kendi yararına hizmet etmek üzere içinde bulunduğu durum ile ilgilenmektedir. Çatışma kuramcılarının hemfikir oldukları genel anlayışlara bakacak olursak; insanların toplum tarafından belirlenmemiş ama insanların hepsinde ortak bazı temel çıkarlara sahip oldukları görüşü hemen hemen hepsinde etkili olmuştur.Çatışma kuramının merkezinde olan diğer bir görüş ise toplumsal ilişkilerin çekirdeği olarak “güç’e” verilen önemdir.Çatışma kuramcıların üçüncü ortak yanları ise değerlerin ve düşüncelerin bütün toplumun hüviyet ve hedeflerini belirleyen araçlar olmaktan çok, farklı toplulukların kendi araçlarını gerçekleştirmek üzere kullandıkları silahlar olarak görmeleridir.

Çatışma kuramcılarının her ne kadar da ortak birtakım genel kabulleri olsa da kendi içlerinde farklı iki geleneğe ayrılmışlardır. Çatışma kuramcılarını böyle iki geleneğe ayıran soru toplumsal bilim ve çatışmanın ortadan kalkıp kalkmayacağı sorusudur.Toplumsal çatışmaya yer olmayan bir toplumun varolabileceğine inananlardan, çatışma kuramının kurucusu Karl Marx’ın düşüncesini ve yabancılaşma kavramını çatışma yaklaşımı doğrultusunda inceleyeceğim.

Toplumcu düşüncenin en önemli temsilcilerinden biri olan Karl Marx1818’de Trier’de doğdu. Hegel ve Feuerbach’ın ardılı olan Karl Marx Alman yahudisi bir avukatın çocuğuydu.Bonn, Berlin, Jena’da okudu,Hegel’in etkisinde kaldı, Feuerbach’la arkadaşlık etti.1842’de Rheinnische Zeitung’un baş yazarlığına getirildi, gazete 1843’de kapatılınca Marx, Paris’de sığınık yaşamı sürdürdü, Deutsch-Französische Jahrbücher çıkardı, bu kısa süre sonra yasaklandı.Marx 1844’de Engels ile tanıştı, 1845’de Fransa’dan sınır dışı edildi, Brüksel’e sığındı, İngiltere’ye gitti, orada 1848’de Engels’le Komünist Parti Bildirisini yazdı.Yoksulluk içinde, Engels’in maddi desteği ile yaşamını sürdürdü.1883’de Londra’da öldü.Ünlü yapıtı “Sermaye” 1867-1894 arasında kaleme alınmıştır.Ona çalışmalarında eşlik etmiş , ayrıca Sermaye’nin ikinci ve üçüncü ciltlerini düzeltmiş ve notlandırmış olan Friedrich Engels daha çok Marx’çı kuramın bilgi kuramı ile ilgilendi.Marx’ın ve Engels’in düşünceleri ayrılmaz bir bütün oluşturur.

Onlar düşünce adamı oldukları kadar eylem adamıydılar.”Tüm ülkelerin proleterleri birleşin” sloganıyla işçi devriminin gerçekleşmesi için çalıştılar ve 1866’da Londra’da Birinci Enternasyonal’i oluşturdular.

Karl Marx’ın yabancılaşma kavramını açıklamadan önce Marx’ın düşüncesini, Marksizmi açıklamak gerektiğini düşünüyorum.Yirmi birinci yüzyılın en etkin güçlerinden olan ve Ekim Devrim’inden sonra, Komünist Partinin resmi ideolojisi haline gelen, Marksizm- Leninizm olarak da bilinmeye başlayan Marksizm’in, temel kavramları iki ana kaynaktan çıkar.Bunlardan birincisi, Adam Smith (Ulusların zenginliği, 1776) ve David Ricardo (Ekonomi Politiğin İlkeleri, 1817) gibi İngiliz iktisatçılar tarafından geliştirilen ekonomi politiğin Marx’ın üç ciltlik Kapital’i ile Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’da geliştirip kapitalist ekonomi üzerine eleştirel bir açıklama getirmesi bulunur.

Diğeri ise Hegel’ci gelenekten türetilmiş bir kaynak olarak, tarihin itici gücünün sosyal sınıflar arasındaki çatışmanın diyalektiği olduğu düşüncesi üzerinde odaklaşan bir tarih felsefesi vardır.Marx bu tarih felsefesi en yoğun biçimde Komünist Manifesto da ifade eder.Komünist Manifesto uluslar arası işçi hareketine “Proleterlerin zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yoktur.Kazanacakları bir dünyaları vardır.

Bütün ülkelerin işçileri birleşin !” şeklindeki meşhur sloganı sağlarken Marksizm’in felsefi- politik iddia yada tutkularını “Filozoflar dünyayı şimdiye kadar sadece çeşitli şekillerde yorumladılar; amaç şimdi onu değiştirmektir.” sözünde, olabilecek en özlü bir biçimde ifade etmekteydi. Marksit felsefe ile birlikte anılan diyalektik materyalizm ise önemli ölçüde Engels’in eseridir. Marksizin üzerine farklı değerlendirmeler de mevcuttur. Bir görüşe göre Marksizm birbirinden farklı iki şeyi hedefler. Bunlardan biri tarihsel işçi sınıfının tarihsel rolü üzerine kurulu sosyalist hareketin ‘dünya kavrayışı’, ikincisi ise bu kavrayışın Marx’a atfedilen sistemi. Ancak on dokuzuncu yüzyılın sonunda Ortodoks Marksizm tarafından geliştirilen ve 1931 ve 1945’ten sonra komünist parti-devletlerce kurumlaştırılan ‘Marksist Felsefe’ deyiminde bu ikisi birbirinden ayrılamaz addedilmiştir. Hemen işaret edelim ki; söz konusu bu iki fikrin hiçbiri öteki ile sıkı sıkıya ilişkili değildir. Başka bir ifade ile Marksist Felsefenin olmadığı ama Marks’ın eserinin evrensel değeri, ilkeleri ve anlamı üzerinde daha soyut ve genel düşünüşün sonucu olarak daha sonra ortaya çıktığı ifade edilmektedir.

Aristoteles’le başlayan gerçekçi bakış nesnenin özne üzerinde belirleyici etkisine vurgu yapıyordu. Marks da bu görüşe benzer olarak maddeden başka bir gerçeklik olmadığı görüşünü savunur. Maddenin ve ona bağlı güçlerin sürekli evrimi dünyanın çeşitli görünümlerini açıklamaya yetecektir. Marx’ın maddeciliği ile eski maddeciliği ayırmak gerekiyor. Marks’a göre eski maddeciliğin bakış açısı burjuva toplumudur.

Yeni yani Marksist maddeciliğin bakış açısı ise insan toplumudur, toplumsallaşmış insanlıktır. Ona göre bireysel ve toplumsal yaşam tümüyle maddi ve iktisadi etkenlerle koşullanmıştır.”Bireylerin yaşamlarını ortaya koyuş biçimi tam tamına onların ne olduklarını yansıtır. Onların ne oldukları da üretimlerinden, hem ürettikleri şeylerden hem de üretim biçimlerinden bellidir.

 Bireylerin ne olduğu üretimlerin maddi koşullarına bağlıdır demek ki.” Özce Marksist felsefenin özü maddeciliktir. Marx’çı maddeciliğin tarihsel ve diyalektik olmak üzere iki yönü vardır. Bireysel ve toplumsal yaşamın gelişimi tümüyle maddi koşulların gelişimi ile doğru orantılıdır. Sınıfların tarihinde, üretiminin belli tarihsel gelişim evreleri vardır. İnsanlar üretim araçlarını üreterek dolaylı biçimde maddi yaşamlarını üretirler. Buna göre uygarlığın belirli evreleri tarım ve sanayinin üretimlerinin koşullarına göre gerçekleşmiş, özelliklerini bu koşullardan almıştır.

Bu açıdan üretim araçlarının gücü büyük önem taşır. Kısaca üretim tüm yaşamın belirleyicisidir. Maddi yaşamın üretim biçimi genel olarak toplumsal, siyasal, düşünsel yaşam sürecini koşullar. Bu Marksist anlayışta tarihsel maddecilik olarak adlandırılır. Bireylerin ne olduğu olgusu, siyasi ve toplumsal yaşam koşulları, iktisadi etkinliklerinin bir sonucudur. Marx’ın iktisat teorisi nedir o zaman? Bu teori belli bir ihtiyacı karşılayan veya bir kullanım değerine sahip bir nesne olarak tanımlanan meta analizi üzerinde odaklaşır. Metaların başka metalarla değiştirebilmelerini mümkün kılan bir mübadele değerleri vardır.

 Metaların mübadele değerini oluşturan özellik, onlarda içerilen insanın emek gücünün veya değerin miktarı ile belirlenir. Bir metanın değeri onu üretmek için ihtiyaç duyulan emek zamanın miktarı ve emeğin üretkenliğindeki tarihsel ve toplumsal değişimler tarafından belirlenir. Marksist iktisat anlayışına göre ücretli işçi sadece kendisine ödenecek ücretin değerini değil, fakat aynı zamanda, kapitalist sistemde kapitalistin karını meydana getiren artı değeri de oluşturur. Artı değer olgusu kapitalistlerle işçiler arasındaki çatışmanın temelini oluşturur. Marksist anlayışa göre işçilere ücretleri hep adaletsiz bir temel üzerinde ödenmekte ve işçi sömürülmektedir. Bu yüzden kapitalist sistem yıkılmalıdır.

Maddeciliğin tarihsellik özelliği, onun diyalektik özelliğinden ayrı düşünülemez. Maddeciliğin diyalektik olma özelliği koşullarını Hegel’den aldığını bildiğimiz üçlemeli oluşumdur.Bu üçlü bileşim sav, karşı sav ve bileşimden oluşur.

Engels Anti Dühring’de şöyle der: Marx’la benim hemen hemen tek yaptığımız şey bilinçli diyalektiği bizim doğa ve tarih açısından maddeci kavrayışımıza geçirerek alman ülkücü felsefesinden kurtarmak oldu.Buna göre insanlığın tarihi doğanın belirleyici gücüne bağlıdır ve bilimin ortaya koyabileceği yasallarla koşullanmıştır.Bu yasalar insanın dünyası için iktisadi yaşam düzeyinde kendini gösteren yasalardır.İktisadi yaşam insan dünyası için tam anlamıyla belirleyicidir, “alt yapıyı” oluşturur; bilimsel, hukuksal, toplumsal, sanatsal yaşam da “üst yapıyı” oluşturur.Demek ki iktisadi yaşam toplumsal yaşamın temelinde yer alır ve diyalektiğin üç anından geçerek ilerler. Diyalektik düşünce biçiminin aynı zamanda doğa bilimleri içindi en uygun yöntem olduğu görüşü savunulmuştur.

İktisadi yaşam düzeninin üretim tüketimle ilişkilerinin başka bir deyişle alt yapı ilişkilerinin, kurumların ve düşüncelerin oluşturduğu alanla kültür değerleri alanı diye belirleyebileceğimiz üst yapı alanı ile hem bir karşıtlık hem de bir bütünlük oluşturur.

Marksizm’de tek yanlılık değil çok yanlılık söz konusudur. Nasıl yaşam düşünceyi koşulluyorsa, düşünce de yaşamı koşullar. Diyalektik değişim insan etkinliği ile beraber düşünülmüş, düzeni değiştirici olarak ta bilinçli insan edimleri görülmüştür. Dünyayı dönüştürme amacı ile ortaya çıkmış insan etkinliği tarihte sınıf çatışmasının oluşumuna neden olmuştur. Günümüz de ise bu egemen burjuva sınıfı ile proletaryanın çatışması olarak kendini göstermektedir.

Marksist anlayışa göre proletarya burjuva sınıfını alt edecek ve iktidarı ele geçirecektir. Üretilmiş malın değeri, üretim değerini aşıp artı değerden oluşan payın işçi sınıfına değil, sermaye giderse ortaya bir sömürü düzeni çıkar. Sömürünün ortadan kalkması, Marx’a göre iktidarı ele geçirerek proletaryanın kuracağı yeni düzenle gerçekleşir, bu yeni düzen de üretim araçları herkesin olacaktır, işte o zaman insanlık zorunluluk ülkesinden özgürlük ülkesine geçmiş olacaktır.

Marx toplumsal örgütlenmenin üç yönünden bahseder; bunlar, üretimin maddi kuvvetleri, üretim ilişkileri, siyasal ve hukuksal üst yapılardır.Bu anlayışa göre insanların nasıl örgütlenmesi gerektiğini belirleyen nedensel etken üretim şeklidir. Marx, kendi zamanındaki ekonomik örgütlenmenin bütün şekillerinin, ortak ekonomik mevkileri tarafından belirlenen toplumsal sınıflar arasında çatışma yaratmasının kaçınılmaz olduğunu iddia etmiştir.Komünist Bildirgesi bugün meşhur olan bir bildiri ile başlar: “Bugüne kadar olagelmiş bütün toplumların tarihi, sınıf çatışmaları tarihidir”.Bu ifade, üç temel fakat birbirinden ayrı önermeler içerir.Birincisi, ekonomik mevki veya sınıfı aynı olan insanlar, bir topluluk olarak bir arada hareket etmek eğilimindedirler.İkincisi, toplumda bulunan en önemli gruplar ekonomik sınıflardır:bunların tarihi insan toplumunun tarihidir.Üçüncüsü, bu sınıflar birbirlerime düşmandırlar ve bu çatışmanın sonucu, toplumun nasıl geliştiğini belirler.Marx’ın sınıf kuramı, böylece, yalnızca toplumsal yapı kuramı değil, aynı zamanda değişim kuramıdır.

Marksist anlayışta iş bölümü ve mülkiyet ilişkisi şöyle açıklanmıştır: Yaşamak için yeme içme gibi temel ihtiyaçların karşılanması gerekmektedir. İlk tarihsel olgu bu gereksinimlerin giderilmesi için üretim araçlarının oluşması gerektiğidir. Bu gereksinimlerin karşılanması için iş bölümü mülkiyeti, mülkiyet de iş bölümünü getirmiştir. Bu nokta da iş bölümü ve mülkiyet kavramları özdeş kavramlardır.

 Mülkiyetinin oluşumunda en temel birim ailedir. İş bölümü ailenin çıkarları ile aralarında ilişki bulunan tüm bireylerin ortak çıkarları arasında var olan çelişkiyi dile getirir. Marx ve Engels, Feuerbach, maddeci ve ülkücü kavrayış arasındaki karşıtlık adlı çalışmalarında ise iş bölümünün sonuçlarını şöyle dile getirmişlerdir: Bir ulusta iş bölümü önce sanayi ve ticaret emeğinin tarım emeğinden, buna göre kentin kırdan ayrılmasını ve bunların çıkarlarının karşıtlığını getirir.

Onun sonraki gelişimi tarım emeği ile sanayi emeğinin birbirinden ayrılmasını getirir.Aynı zamanda, çeşitli dallar da işbölümünün gerçekleşmesi ile belli işlerde çalışan bireyler arasında çeşitli ayrışmaların geliştiği görülür.Bu özel alt bölümlerin birbirleri karşısındaki konumu tarım, sanayi ve ticaret emeğinin kullanılma biçimi ile koşullanmıştır.( babaerki, kölelik, topluluklar ve sınıflar) . Aynı ilişkiler çeşitli ulusların ilintilerinde değiş tokuşların daha çok geliştiği zamanlarda da görülür.İşbölümünün gelişmesi ile ilgili çeşitli evreler değişik mülkiyet biçimleri ortaya koyarlar.Bir başka deyişle, işbölümünde her yeni evre emeğin konusu, gereçleri ve ürünleri açısından bireyler arasındaki ilişkileri belirler.

Toplum yapıları; ilkel köleci toplumdan feodal topluma, feodal toplumdan kapitalist topluma geçince serfin yerini işçi alır.İşçinin yada proletaryanın hiçbir yaşam güvencesi yoktur, ve rekabetin koşullarına yerleştirilmişti.Emek bir metaya dönüştürülmüştür.Emeğin üretiminin bedeli işçiyi çalışmasını sürdürülebilir durumda tutmak ve işçi sınıfının ölmesini engellemek için gerekli yaşam araçlarının niceliğine dayanır.Emeğin fiyatı ise işçinin yaşamını sürdürebilmesi için en az olacaktır.Sermaye ise işçiden elde ettiği karla sermayesine sermaye katmaktadır.Sermayenin çıkarları ile emeğin çıkarları taban tabana zıttır.Emeğin üretkenliğini arttırmak ise ancak daha gelişmiş bir iş bölümü ile ve daha gelişmiş makinelerle olur.

İş bölümü artıp büyük makineler işe girdiğinde üretim masrafları bir ölçüde azalır, emek daha verimli duruma gelir.Bu da sermayeciler arasında iş bölümü ve makineleşme yarışını doğurur.Daha çok üretim yeni pazar arayışını doğuracaktır.İş bölümünün gelişmesi bir işçiye daha çok işçinin işini yapmasını sağlarken emeğin bir rekabet düzeni içinde pahalıya satılmasını getirecektir.Emek, basitleşmiş ustalık eski önemi yitirmiştir artık.Nitelikli işçi yerini niteliksiz işçiye, erkek işçi yerini kadın işçiye, erişkin işçi yerini çocuk işçiye bırakma eğilimindedir artık.Özce işbölümü geliştikçe ve teknolojik gelişmeler artıkça sermaye artar ve ücret düşer.

İşte tüm bu ilişkiler bizi yabancılaşma kavramına götürür.Peki yabancılaşma ne demektir?Yabancılaşma özgün anlamı içinde, bir şeyi yapma ya da kimseyi başka bir şeyden ya da kimseden uzaklaştıran, başka bir şeye yada kimseye yabancı hale getiren eylem ya da gelişme olarak tanımlanmaktadır.Kaynaklar bize “yabancılaşma” kavramını karşılayan Grekçe alloiosis ve bunda üretilen Latince alienatio sözcüklerinin ekstasis, ani esrime, kendinden geçme, benliğin dışına çıkma anlamına geldiğini söylüyor.Terim klasik antikite sonlarına doğru ve Helenistik devirde, “bir ve tek olanla” yani “Tanrı ile” bütünleşme anlamında kullanılmaya başlanmış. Yabancılaşma köken itibar ile teolojik bir kavram olup; hem ayrılma hem de bütünleşme kavramlarını içermektedir.

Yabancılaşma kavramını teolojinin hizmetinden alarak felsefenin hizmetine veren kişinin Hegel olduğu söylenebilir. Yabancılaşmayı ontolojik bir bulgu olarak değerlendiren, yabancılaşmanın aynı insanın, özne, yani kendini gerçekleştirmeye çalışan yaratıcı insan ve nesne, yani başkaları tarafından etkilenip yönlendirilen insan olarak ikiye ayrılışının sonucu olduğunu ve insanın kendi yaratıları (dil, bilim, sanat… vb) ona yabancı nesneler haline geldiği zaman ortaya çıktığını öne süren Hegel, yabancılaşma konusunu daha genel bir çerçeve içinde tin görüşü ile bağlantılı olarak ele alır. Buna göre, önce kendisinden ayrı bir gerçeklik olarak bir nesne konumlayıp, daha sonra bu nesneyi kendisi olarak bilmek suretiyle kendini gerçekleştirir. Tinin söz konusu kendini gerçekleştirme süreci, bir ara evre olarak bölünmüşlüğü, kendine ayrı düşmüşlüğü ifade eder. Tinin kendini gerçekleştirmesi şu halde hem yabancılaşmış hale gelme hem de bu kendinden ayrı düşmeyi, bölünmüşlüğü aşma yoluyla olur. Bu sadece tinde ve bireysel zihinde değil toplum düzeyinde de gerçekleşir.

Feuerbach ise felsefenin ,insan yabancılaşmasının bir başka biçimi olduğunu tanıtlar..Feuerbach tanrıyı insandan ayrı ve ona karşıt tabiatüstü bir kendiliğe yansıtılmış beşeri ya da türsel bir töz olarak ele almıştır.Bu görüş O’nu, dini, insanın kendi kendisine yabancılaşması, insanın kendisinden ayrılması anlayışına götürmüştür.

Feuerbach’ın görüşlerini kabul etmekle birlikte, insanın dini anlamda yabancılaşmasının , çeşitli yabancılaşma türlerinden, insanın kendi kendine yabancılaşma şekillerinden yalnızca biri olduğunu savunan Marx’a göre, insan kendi faaliyetinin ürünü olan şeylerden, bir köle, güçsüz ve bağımlı bir varlık olarak ilişki kurduğu, ayrı bağımsız ve güçlü bir nesneler dünyası meydana getirmek suretiyle, kendi kendisine çeşitli şekillerde yabancılaşır.İşçinin ürettiği şeyi başkaları tarafından alındığı onun ürününün kaderi üzerinde hiçbir kontrolü yada etkisi kalmadığı için emeğinin ürününe yabancılaşmasıdır.

 Bir diğer yabancılaşma şekli ise; kapitalist sistemde işçi için çalışma gerçek ve özsel hiçbir tatmin sağlamayan ve kendi içinde bir amaç olmaktan çıkan yabancı bir faaliyet haline geldiği için işçi üretim eylemine yabancılaşır.İşçi aynı zamanda doğasına , özüne yada türsel varlığına yabancılaşır.Çünkü yabancılaşmanın üretimle ilgili yönü onun üretici faaliyetlerini insani niteliklerden yoksun bırakır.Son olarak ta Marx’a göre kapitalizm insan ilişkilerini pazar ilişkilerine dönüştürdüğünü ve insanın insani nitelikleri ile değil pazardaki yeri ve statüleri ile değerlendirildikleri için, başka insanlara da yabancılaşırlar.Marx için işbölümü, özel mülkiyet kurumu ve ticari ilişkilerin bütün nakit para bağlantıları (cash nexus), insanların yalnız ürettiklerine değil, kendilerini ve arkadaşlarına karşı da yabancılaştırır.

Karl Marx “Yabancılaşma” adlı yapıtında iş bölümünü, emeğin toplumsal özlüğünün yabancılaşma çerçevesi içindeki dışa vurumudur der ve şöyle devam eder: işbölümü,emeğin toplumsal niteliğinin yabancılaşma çerçevesi içindeki iktisadi dışa vurumudur.Ya da emek, insan etkinliğinin yabancılaşma çerçevesi içindeki bir dışa vurumdan başka bir şey olmadığına göre, işbölümünün kendisi insansal etkinliği gerçek bir cinsil etkinlik, yada insanın cinsil varlık (cinsil varlık burada insanın kendi öznel bireyselliği üstüne yükseldiğini, nesnel evrenseli kendinde tanıdığını ve sonlu varlık olarak kendini aştığı gibi anlamları içermektedir.) biçimindeki etkinliği olarak, olarak yabancı durumuna gelmiş, yabancılaşmış bir biçimde koyma olgusundan başka bir şey değildir.İş bölümünün –emek özel mülkiyetin özü olarak tanınır tanınmaz , zenginlik üretiminin elbette özsel bir etkeni olarak tasarlanacak işbölümünün-özü üzerinde,yani cinsil etkinlik olarak insansal etkinliğin yabancı durumuna gelmiş ve yabancılaşmış biçimi üzerinde iktisatçılar belirsizdirler ve birbirleri ile çelişirler
Marx’a göre işçi ne kadar zenginlik üretirse kendisi bir o kadar yoksul duruma düşer. İşçi ne kadar çok meta üretirse, o kadar ucuz bir meta olur.

 İnsanların dünyasının değersizleşmesi, nesnelerin dünyasının değer kazanması ile orantılı olarak bir artış gösterir. Emek meta üretmenin yanı sıra kendi kendini ve işçiyi de meta olarak üretir.

 Marx aynı yapıtında bu olguyu şöyle değerlendirmektedir: “Emeğin ürettiği nesne , onun ürünü, yabancı bir varlık olarak , üreticiden bağımsız bir erk olarak, ona karşı koyar. Emek ürünü, bir nesne içinde saptanmış, bir nesne içinde somutlaşmış emektir, emeğin nesnelleşmesidir. Emeğin gerçekleşmesi, onun nesnelleştirilmesidir.

Ekonomi politik alanında, bu emeğin gerçekleşmesi, işçi için gerçekliğin yitirilmesi olarak, nesneleşme nesnenin yitirilmesi yada nesneye kölelik olarak, sahiplenme yabancılaşma, yoksunlaşma olarak görülür. Bütün bunlardan şunu anlamamız gerekir ki işçi kendi emek ürününe sahip olamayarak kendi ürettiğine yabancılaşmıştır. İşçinin kendi emeğine karşı yabancılaşması yalnızca emeğin bir nesne olarak yabancılaşması değil aynı zamanda emeğin kendi dışında ondan bağımsız olarak, ona yabancı ve onun karşısında bir varlık olarak ona karşı çıktığı anlamına da gelir. Buraya kadar işçinin yabancılaşmasını sadece onun emek ürünü ile olan ilişkisi kapsamında ele aldık.

Halbuki eğer işçi üretim eyleminin içinde iken kendi kendine yabancılaşmasaydı, kendi etkinlik ürünü ile de yabancılaşmayacaktı.Yabancılaşmanın buradaki kök nedeni ise işçi için çalışmanın bir zorunluluk olması, özgür ve entelektüel bir etkinliğin dışında insanın kendini mutsuz hissettiği, kendisini yadsıdığı bir süreç olmasıdır.Çalışma istemsiz ve zorlamadır.Dışsal emek insanın içinde kendine yabancılaştığı, kendini kurban ettiği bir süreç haline gelir.Bu üretim eylemi, işçinin kendine ilişkin olmayan ,yabancı bir etkinliktir ve beraberinde öz yabancılaşmayı getirir.Toparlayacak olursak yabancılaşmış emek şu sonuçlara yol açar:İnsanın cinsil varlığı, doğa kadar onun cinsil entelektüel yetileri de ona yabancı bir varlık durumuna, onun bireysel varoluş aracı durumuna dönüşürler.Yabancılaşmış emek , onun dışındaki doğaya olduğu gibi onun tinsel özünü, insanal özünü olduğu gibi kendi öz bedenini de insana yabancılaştırır.İnsanın kendi emek ürününe kendi yaşamsal etkinliğine, kendi cinsil varlığına yabancılaşmasının dolaysız bir sonucu da şudur:insan insana yabancılaşmıştır.İnsan kendi kendisinin karşısında iken, onun karşısın da olan ötekidir.İnsanın kendi emeğine, kendi emek ürününe ve kendi kendine ilişkisi için doğru olan şey , insanın öteki insana ve onun emek nesnesine ilişkisi için de doğrudur.

Özetleyecek olursak Karl Marx yabancılaşmanın dört farklı şeklinden bahsetmiştir :

1-işçinin emeğinin ürününe yabancılaşması

2- işçinin üretim eylemine yabancılaşması

3- işçinin doğansa, özüne ya da türsel varlığına yabancılaşması

4- insanın başka insanlara yabancılaşması yani toplumsal yabancılaşmadır.

Toplumsal yabancılaşma işçiler arasında değil aynı zaman da kapitalistler arasında da söz konusu olan rekabet olgusudur.Marx’a göre kapitalistleri güdüleyen şey daha çok para kazanma arzusudur.

Kapitalistler bu amaçlarına ulaşabilmek için ya ellerinde olan üretim araçlarını ve teknolojiyi sürekli geliştirmek ya da yeni teknikler icat etmek durumundadırlar.Bunun sonucu olarak dada çok mal üretilecek ve teknolojik gelişmelere bağlı olara daha az sayı da insan istihdam edecektir.Kapitalistlerin maliyeti azalırken kar oranları artacaktır.Daha çok mal satmak için işveren fiyatları düşürecek dolayısı ile sayısını azalttığı işçiye daha az ücret ödeyecektir.Bu da işçiler arasında da rekabet olgusunu arttıracak insanlar artık sadece karın tokluğuna çalışacaklardır.

Toplumsal yabancılaşmanın diğer bir boyutu ise Marx’a göre her türden fetişizmdir.Modern kapitalist toplum teknolojiye ve üretilen nesnelere değer verirken , insan değersizleşmiş ve insana saygı duyulmaz hale gelinmiştir.Marx’a göre artık kapitalist sistem insanları birbirinden uzaklaştıran, insanlar için dayanılmaz hale gelen ahlaksız bir sistemdir.İnsanı her şeye yabancılaştıran bu sosyal düzen yıkılmalıdır.Kapitalizmin yıkılışının devrimle, şiddet kullanarak olacağını ileri sürmüştür.Kapitalizmimden sosyalizme geçişin barış yolu ile gerçekleşememesinin nedeni olarak da devletin, toplumun zenginliğini kontrol altında bulunduran egemen sınıf tarafından kullanılan bir araç olduğu görüşü ile açıklar.Devleti bir sınıfın diğer bir sınıf üzerindeki baskı aracı olarak görür.

Devletin tüm birimleri ise var olan statükoyu korumak ve kapitalistlerin yani egemen sınıfın çıkarlarını korumak üzere oluşturulmuştur.Bunlar bir başkaldırı ile karşılaştıkları zaman gerekirse şiddette kullanarak hemen bastırırlar.Bundan dolayı proletaryanın devrim dışında başka bir yolla egemen olabilmesi iktidarı ele geçirmesi mümkün değildir.O’na göre komünizm, ne yaratılması gereken bir durum, ne de gerçeğin ona uydurulmak zorunda olacağı bir ülküdür.Komünizm yabancılaşmayı ortadan kaldıracak gerçek bir harekettir.Komünist toplumda yabancılaşma olmayacaktır, çünkü herkes kendi hoşuna giden bir işte yetkinleşecektir.
 

KAYNAKÇA
1- Balibar, ETIENNE, Marx’ın Felsefesi, (çeviren, Ömer LAÇİNER), Birikim Yayınları, İstanbul, 2000

2- Cevizci, AHMET, Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayınları, İstanbul, 2005

3- Demirer, TEMEL, Öbudun, SİBEL, Yabancılaşma, Öteki Yayınevi, İkinci Basım, Mart 1999, Ankara

4- Timuçin, AVŞAR, Düşünce Tarihi 3, Bulut Yayınları, 2001, İstanbul

5- Marx, KARL, Yabancılaşma, (çeviren, Kenan SOMER, Ahmet KARDAM, Sevim BELLİ, Arif GELEN, Yurdakul FİDANCI, Alaattin BİLGİ), Sol Yayınları, 2003, Ankara

6- Wallace, RUTH A:, Wolf, ALISON, Çağdaş Sosyoloji Kuramları, (çeviren, Leyla Elburuz, M.Rami Ayas), İzmir, 2004

 
 
 



Yasal Uyarı , Gizlilik Beyanı ve Künye  

sosyalhizmetuzmani.org © Bütün hakları saklıdır.