Söyleşilerimiz,sitemiz adına editörümüz ve yazarımız Aziz ŞEKER tarafından gerçekleştirilmiştir. |
|
|
|
DOÇ. DR. BURHANETTİN KAYA İLE BİR SÖYLEŞİ... (Temmuz 2009 / Ankara-Sivas)
|
||||
Tarihimizdeki travmalar ardı ardına sıraladığımız zaman sayfalar yetmeyecek denli çok. Bu travmaların en önemli özelliği ise henüz nedenlerinin tam açığa kavuşmuş, anlaşılamamış olması, hem birey hem de toplum olarak hesaplaşmasının tamamlanmamış olması. Bireyin zihninde- aynı zamanda toplumsal belleğinde- bilgi işleme sürecine sokamamış olduğu, bu işlem sürecinin tamamlayamamış olduğu travmalar etkilerini sonsuza dek sürdürecek güce sahiptirler. Bireyi ya da toplumun varoluşunun merkezinde yer alan ve belirleyici olan temel dinamik olma gücü kazanabilirler.
12 Eylül böyledir. 1977 yılının 1 Mayısı.
Maraş olayları ya da 2 Temmuzun sıcak yaz güneşini kirli bir yangının kara
dumanlarıyla karartan Sivas katliamı… Tüm bunlar anlaşılır olmadıkça,
yaşayanları tarafından anlamlandırılır olmadıkça yinelenecek, tahribatını
sürdürecek olaylar olarak kalacaktır.
Radikal olmak, bir şeyi
kökten değiştirmek, yıkmak yok etmek değil insanlığı daha ileri bir düzeyde
bir yaşama eriştiren bir köklü değişim olarak çağrışıyor bende. Ama tam
tersi de olanaklı, radikal olmak toplumu gericileştiren köklü değişimlerin
simgesi olmaya da aday. Hangi dünya görüşü penceresinden, hangi insancıl
sınırdan baktığımıza bağlı. Radikal her zaman kırımlarla özdeş mi? Sanırım
bazı “radikallikler” öyle. Radikal olanın ideolojik tercihine ve kullandığı
siyasi araçlarına bakarak karar vermek gerekir. Ama sanırım özgür dünyanın
kuruluşu da radikal “insancıllık”ın güç kazanmasıyla olacak. Bu ötekileştirici bakış insanlığın özgürlük umudunu ve mutluluğunun önündeki en önemli engel kanımca. Radikal söylemlerin yarattığı bu ötekileştirme tarih üzerinden kalkmadıkça insanlığın acılardan uzak kalması da olanaklı olmayacaktır kanısındayım. Unutulmamalıdır ki, evrensel barış ortaklıkların belirleyici olduğu kadar farklılıkların ortaklaştırıcı ve zenginleştirici olduğu bir dünyanın yaratılmasıyla sağlanacaktır. Ötekileştirmenin, ötekileştireninde bu sürecin kurbanı olacağı kaçınılmaz bir sonu üreteceği akılda tutulmalıdır. İnsanlık tarihi bunu birçok örneğiyle dolu. Fransız İhtilalinin simgesi Giyotini üreten Dr. Giyotin’in yaşamının da kendi buluşunda son bulması gibi…
Burhanettin KAYA: Travmaların unutulacağını düşünmüyorum. Unutulması
gerektiğini hiç düşünmüyorum. Unutulmuyor. Ama nedense unutturulmak
isteniyor. Sivas olaylarının hemen ertesinde Sivas ilinin ekonomik geleceği
gerekçesiyle olayların unutulması gerektiği, bunun tersi çabaların ise
provokasyon olduğunu vurgulayan çok talihsiz açıklamalar yapılmıştır. Ne
yazık ki bu açıklamaların azımsanmayacak oranda vatandaşını koruması gereken
devlet ve kamu görevlileri tarafında yapılmıştır.
Bu unutturma çabaları
mağdurların yaslarını yaşamalarını engelleyen acılarını dindirmelerini
engelleyen bir işlev görmüştür. Üzerinden 16 yıl geçmesine karşın bu çabalar
halen ısrarla sürdürülmektedir. Bence travmalar unutulmamalıdır. Aksine
anlamlandırılması, bireyin bu olayı bireysel ve toplumsal belleğinde
işlenmesi onun ruhsal tahribatından arınması sağlanmalı, travma yaşamın
merkezinden çıkarılarak bireyin kaldığı yerden varlığını sürdürmesinin
olanakları oluşturulmalıdır. Bunun en vazgeçilmez gerekliliği faillerin
açığa çıkması, adaletin tecelli etmesi, mağdurların yarasının sarılmasında
ihmali olanların özür dilemesidir. Ancak bu travmanın örseleyiciliğini
azaltacak, kalıcılığını yok edecektir.
Dünya Sağlık Örgütü, şiddeti “gücün, yaralanma ve kayıpla sonlanan veya sonlanma olasılığı yüksek bir biçimde bir başka insana, kendine, bir gruba veya bir topluma karşı tehdit yoluyla ya da bizzat uygulanması” olarak tanımlıyor. Şiddet bir egemenlik kurma biçimi, bunu güçlü bir aracı olarak yalnızca ruhsal yapıyla açıklanamaz. Yukarda sizin verdiğiniz örnekler de bunun tarihsel bazı simgeleri.
Aslında şiddet tanımları da değişim
geçiriyor. Artık şiddet yalnızca doğrudan fiziksel acı çektirme ile koşut
tanımlanan bir kavram değil. Bireyin fizik bütünlüğünü bozmanın da dışında
ruhsal bütünlüğünü bozma, yaşam ile kurduğu tarihsel bağı koparma, onu
köksüz bırakma, özgürce kendini ifade edebileceği koşulları ortadan
kaldırma, bunun olanaklarını yaratmamayı da içeren daha “çağdaş”
tanımlamaları içeriyor. Buradan bakıldığında şiddetin ruhsal bileşeni iki
yönden değerlendirilmeli. Birincisi şiddeti üretenin ruhsal yapısı, diğeri,
ise mağdurun ruhsal etkilenmesi. Bazı kişilik bozukluklarının şiddet üretme potansiyeli yüksektir bu istemli ve amaçlı şiddeti üretmesine yatkınlığı artırır. 1964 yılında Staney Milgram’ın gerçekleştirdiği deneyler şiddet üretme ile otorite karşısında boyun eğici davranış göstermek arasında ki bağı göstererek itaatkâr olmanın şiddet üretme de belirleyici olduğunu göstermiştir. Bu deneyde otorite figürünün vurguladığı yüce amaçlar doğrultusunda hiçbir ruhsal bozukluğu olmayan kişilerin %14 ü deneklere öldürücü dozda elektrik vermiş ve bu davranışlarını savunmuşlardır. Otorite figürü uzaklaştıkça ve acı çeken kişiye fiziki yakınlık ve temas artıkça şiddet uygulamadaki kararsızlık artmıştır. Bu çalışma o güne dek oluşan ezberleri bozmuştur aslında.
Bu
çalışmanın sonuçları şimdiye dek aşılamamıştır. Bu bilimsel verilere karşın
şiddeti, bireyin salt ruhsal yapısının bir ürünü olara görme, siyasal,
toplumsal ve kültürel boyutlarından arındırma eğilimi günümüzde sürmektedir.
Sivas katliamında da –anımsarsanız- bazı dergi ve gazeteler oteli yakanların
“piromani” hastaları olduğunu öne sürmüşlerdi. Şiddeti üreten ve insanların
yakılmasını “şanlı Sivas kıyamı” olarak tanımlayan ideolojiyi, bu şiddeti
önlemede etkisiz kalan, hata teşvik eden hükümeti, siyasal iktidarı ve
güvenlik güçlerini sorumluluğunu göz ardı eden bir yaklaşım ortaya çıkmıştı.
Daha önce de vurguladığım gibi olayın daha ertesi gününde pragmatik
gerekçelerle unutturma çabaları bir politik strateji olarak yaşama
geçirilmeye başlanmıştı. Bir gerici siyasal kalkışma, cumhuriyetin temellerine yönelik bir saldırı, mülki amirin basiretsizliği, bazı kesimlere ders vermek için göz yumulan dış kaynaklı bir “provokasyon”, kimin yaptığı anlaşılmayan bir “komplo”, gerici çevrelerle sürdürülen, uzlaşmacı politikaların bir sonucu, kitle psikolojisinin kontrol edilemeyen dürtüselliği gibi? Gerçekten olayların iç yüzü ne olduğunun anlaşılamaması bilgi işleme süreçlerinin tamamlanmasını engelleyen noktaydı. 16 yıl sonra bana göre en net ifade bunun bir gerici siyasal kalkışmanın sonucu gerçekleştirilen bir katliam olduğudur.
Olayların bu noktaya
varmasında en önemli sorumluluk eylemcilere adeta teşvik edici tutumlar
sergileyen güvenlik güçlerinin ve iç işleri bakanlığının tutumu, siyasal
erkin gereken önlemleri zamanında almaması ve göz yummasıdır. Kitle
psikolojisinin yalnızca olayların akışını etkilemiş olduğu düşüncesindeyim.
Fakat şunu söyleyebilirim. Geçtiğimiz yıl 2 Temmuzda Ankara tabip odasında
gerçekleştirdiğimiz bir toplantıda Sivas olaylarına tanık olmuş ve otelden
sağ kurtulmuş bazı katılımcılar olayın etkilerinin halen sürdüğünü, tetikte
olduklarını, halen kâbus gördüklerini, olayı anımsatan uyaranlardan
kaçındıklarını belirtiyorlar.
Ölüm korkusu, ölümle savaşmak, ölümle hesaplaşmak çatışması içinde
bir bekleyiş var. Bir yandan “öleceğiz” diyorlar, bir yandan ise “korkak
ölmek istemiyorlar. 8 saat süren kuşatmanın ardından çıkarılan yangında
ikisi otel görevlisi olan 35 kişi öldü. Kurtulanlar ise kurtulduklarına
hiçbir zaman sevinemediler. Şunu söylüyorlardı artık. “Sivas’ta kurban
bizlerdik. Yarın kimin ve nerede olacağını bilemiyoruz”. Bildikleri bir tek
şey var, o da artık hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağıydı.
Bu taleplerle aslında bu katliamın
oluşmasındaki sorumluluğunu hatırlatıyordu. Ama yargının ve yönetim
mekanizmalarının bunu hiç bir zaman göremediğini, görmediğini
söyleyebiliriz. Otelde Aziz Nesin’i koruma görevini üstlenmiş polis
memurlarına diğer arkadaşları “Bunların neyini kurtarıyorsun? Bırakın
gebersinler” diyorlardı. Yangın sonrasında yan binaya geçerek kurtulmaya
çalışanlara Büyük Birlik Partisi İl başkanlığında bulunan parti üyeleri
“O...lar gidin yanın, girdiğiniz kapıdan çıkın” önerisinde bulunuyorlardı.
İtfaiye merdiveninden inmeye çalışan Aziz Nesin’e “kurtarmayın onu, ölecek
adam o, o insan değil hayvan, ölmesi gerek…” diyen belediye meclis üyesinin
talimatına itfaiye erleri uymakta tereddüt etmemiş ve saldırmaktan
çekinmemişlerdi. Saldırganlar “Cumhuriyet Sivas’ta kurulmuştu, Sivas’ta da
yıkılacak” diyorlardı. Vali gidecek, şeriat gelecekti. Saldırıya maruz
kalanlar ise Sivas’ta devletin olmadığını, devleti yargısız infaz yaparken
gördüklerini, devlet gözetiminde cinayet işlendiğini anlatıyorlardı.
BBP Genel Başkanı Muhsin
Yazıcıoğlu ise “…Sivas’a Aziz Nesini davet edenleri olaylardan birinci
derecede sorumlu tutuyordu. Aydın Menderes “Devletin temel görevi
vatandaşının can ve mal emniyetini sağlamak olduğundan olayların sorumlusu
idaredir. İşin ucu validen içişleri bakanlığına kadar dayanıyor…” diyerek
sorumluluk alması gerekenleri anımsatıyordu. Başbakan bu
olayların“Alevi-Sünni çekişmesi” olmadığında ısrarcıydı. İçişleri bakanı
Mehmet Gazioğlu ise kendi sorumluluğunu görmezden Bölgenin MİT yöneticisi ise Emniyet müdürlüğüne telefon ettiğini, hiçbir yetkiliye ulaşamadığını, karşıma çıkan görevli bir polise şifaen olaylar çıkabileceğine ilişkin istihbarat geldiğini aktardığını belirtiyordu. Süleyman Demirel “Devlet güçleri ve halkın karşı karşıya getirilmemesi gerektiğine vurgu yapıyordu. Mesut Yılmaz ise “Devletin valisi halkımızın dini duygularını rencide eden, dini değerlerle alay eden bir konuşmacıya tepkisiz kalmışsa milletin o valiye güvenmesini bekleyemezsiniz, fikir özgürlüğü halkımızın mukaddes değerleri karşısında geçersizdir,” açıklamasını yaparak sorumluluğu valiye yüklüyordu. Aydınlar cephesinden ise olayların düşünce özgürlüğüne bir tehdit olduğuna ilişkin açıklamalar yapılıyordu. Zaman gazetesi ve yerel basında daha çok tahrik suçlamaları, provakasyon iddiaları ve tuhaf çözüm önerileri yer alıyordu.
Cumhuriyet gazetesi ise devletin olaylara seyirci
kaldığı, polisin gözü önünde katliam işlendiği, devletin şeriata teslim
olduğu, laikliğin temellerinin sarsıldığı yorumlarına yer veriyordu. Basının
ortak gözlemi askerin geç geldiği, ve müdahale etmekte geciktiği, polisin
eylemcilerin sırtını sıvazladığı, eylemcilere müşfik davrandığı, İtfaiyenin
yangını söndürmekte ve insanları kurtarmakta isteksiz olduğu, içişleri
bakanının günlük rutin işlerine daldığı, belediye başkanının ise bilinçli ve
sürekli olarak bakanı yanılttığı yönündeydi. O dönemde Sivas olaylarının
ardından dikkati çeken önemli noktalardan biri de yasadışı İBDA-C örgütünün
yasal yayın organı TARAF dergisinin, olayları “ŞANLI SİVAS KIYAMI” olarak
kutsaması, şiddeti ve cinayeti övmesi, ama bu nedenle ya da azmettirici
olarak hiçbir yasal işlemle karşılaşmamasıydı. Bunun çok düşündürücü
olduğunu ifade etmeliyim. Mahkeme sürecinde de yaşananlar da yaraları
sarmayı engelliyordu. Kanıtlar eksikti, var olanlar da karartılmıştı.
Olayların iç yüzüne ulaşmak için toplanan veriler yetersizdi. Araştırmalar
eksik yapılmıştı. Olayların bireysel bir girişim olduğu iddia ediliyordu.
Örgüt vurgusu yoktu. Mahkeme sürecince tutuklulara yüreklendirici
davranılıyordu. Vesaire. Vesaire. Yaklaşık yedi yıl süren yargılama sonunda,
ölen 33 aydın ve sanatçıya nazire yapar gibi 33 kişiye idam verilecek, fakat
bu karar daha sonra Yargıtay tarafından bozulacaktı. 12 Eylül’ün amacı asıl olarak Türkiye’de giderek yeşeren özgürlüğün, barışın, toplumcu dönüşümün, sömürüsüz bir dünya umudunun, toplumun özgürleşme çabasının önüne set çekmekti. Bunu başardığı gibi devlet destekli dinci oluşumlar yaratarak, toplumun tüm dokularına dinci bağnazlığı yayarak bir yedek ordu oluşturmak sürecinde de büyük yol aldı. Bunun büyük oranda başarıldığını gösteren birçok örnek var. 12 Eylül darbesinin yarattığı bu yapı şimdi onu tehdit eder hale gelmiştir.
Bugünün gündemi tam
da bu çatışmanın gündemidir. Sermaye sınıfı bu kez dinci gericiliğe karşı
ulusalcılık vurgusuyla, örtük milliyetçiliği görünür kılan, antikapitalist
olmadan antiemperyalist söylemler içeren tepkiler vermektedir. Amacının
gericiliği engellemek değil, onu da ehlileştirmek olduğu izlenimi
edinilmektedir. Fakat kimin kim ehlileştireceği tartışmalıdır ve bunu zaman
gösterecektir. |
|
|