 |
Aziz Şeker’in 2004 yılında
yayınlanan Anılar Suya Düşse adlı ilk öykü kitabından
sonra ikinci öykü kitabı Ayrılıklar Güzelse SABEV
yayınları arasında yerini aldı (2009 Ağustos). İki öykü
arasında çok sayıda sosyal içerikli meslek kitapları
yayınlayan Şeker’in bu aralarda ayrıca bir deneme (2003),
bir de şiir kitabı var (2002).
Şeker’in yazıları şiir de olsa, deneme de, öykü de ve
hatta bilimsel içerikli yazı da olsa ayrı bir lezzet.
Çünkü, düzyazıda da aynı şiirde olduğu gibi sözcüklerle
oynamayı seviyor Şeker. Bu yüzdene düzyazılar da şiir
tadında. Sözcüklere taklalar attırıyor ve eğleniyor
sözcüklerle. Zaman zaman sözcüklerle, sözsel düşüncelerle
dalga geçiyor sanki. Keyif alıyor sözcüklerle oynaşmaktan.
Sözcük dağarını varsıllaştırmak isteyenler Şeker’in bu
öykülerini özellikle okusunlar. Yeni kavramlarla
dolduklarını, beyinlerinde yer eden tatdan anlayacaklar. |
Şeker;in Ayrılıklar Güzelse adlı öykü kitabında toplam 31
öykü var. Bunların hepsini ayrı ayrı ele almak burada
olanaklı değil, Ama bir iki örnek, hiçdeğilse: Güzel Olan
Herşeye Sinmiş Ayrılık öyküsü ayrılığı ne güzel anlatıyor;
ayrılığın tadını ne güzel veriyor. Buruk ve dayanılmaz.
Ömre Gülümser Yine Zamana öyküsünde doyumsuz
betimlemelerle karşılaşacaksınız. Şimdiden hazır olun.
“Alıp başını giden kimliksiz uçurtmalar yükselerek bir
eski Ermeni manastırının üzerinden, askerlik ediyordu
mesut olmayan bu şehre. Ayıplanan ölümlerle hep idama
tütün çiğnetirken limansız serüvenciler, küfürler
dağılıyordu alnında tarihin ellerinden tutmuş olan bu
şehrin.” tümcesiyle bir yazın lezzetinde tarihe mi
değiniyor, bir toplumsal döneme mi atıf yapıyor ve
bunların arasında kendi duygularına bir kentin binaları
arasından takla mı attırıyor, belli değil. Öteyandan,
“Geri dönüşü olmayan bir yangının kıyısından hüzünlenerek
sessizce geçtim” diye betimlenen hangi olayın hangi
uğursuz otelidir?
Estetik, kompozite edilmiş yazılar içinde sosyal siyasal
kokular belki de Şeker’in meslek boyutundan kaynaklanıyor.
Kuşkusuz insan boyutundan da… İnsan duyarlığı onu, dağı
taşı anlatırken bir Madımak’ın önünden geçerkenki acısını
dile getirttiriyor. Sivası’ın sokaklarını aşık aşık
dolaşırken, eski tarihsel olaylar düşüncelerine yön
veriyor.
Koşulsuz sevgiler dışında kalıcı sevgiler yoktur, diyen
Şeker öteyandan sevgi ve insancıllık dolu yaklaşımları da
kağıda döküyor. Belki de ondandır bunca romantik
yaklaşımlarına karşın birebir kadın sevgisinden uzak
kalışı. Birşeylerden korktuğu mu satırlarına yansıyor?
Kendisine sormalı: Gerçekten tüm sevgiler koşullu mu?
Belki de senin rastladıkların öyleydi, Aziz Şeker!
Kalıcısını da kağıda dökecek deneyimler gerek belki de
Şeker için.
Aşk da yokmuş adlı öyküde, “Zaman bırakmayacak kadar
sevgiye, sarılıyorduk aşka” diyen Şeker sözcüklere yerine
göre farklı anlam yüklüyor kendince. Yazarın özgürlüğü,
bilimcinin sorumluluğudur bu. Bana, sana ters gelebilir,
ancak, onun yazısının tadı, ruhunun zekasıdır. Yazarın
yaratıcılığıdır.
Ki, biliyordum her ömür kendi katiliydi, gibi özsözler
yaratıyor Şeker. Hiç de yabana atılmayan. Buradan bakınca
bu yazılanalar öykü mü, deneme mi bilemedim. Belki deneme
duyarlığında öyküler, öykü tadında denemeler denebilir.
Anma hangisi olursa olsun dehşetli lezzetli yazılar
bunlar.
Bir tarihlerde Ali Püsküllüoğlu bir Yaşar Kemal Sözlüğü
yazmıştı. Yaşar kemal’in romanlarından çıkardığı
sözcüklerle. Bunu birgün gelip araştırmacılar Şeker için
de yapabilirler. Öyle Anaolu, öyle bilinmedik sözcükler
çıkıyor ki karşınıza, şaşırıyorsunuz. Ben bunu neden daha
önce duymadım diyorsunuz. Ama duru bir Türkçe şırıltısını
alıyorsunuz bu yeni karşılaştığınız sözcüklerden.
Örneğin; ipilti, ipilemek, koygun (koygun ıssızlık),
irkmek, ansımak, şorlamak, şırlamak, vıcırdamak, mucuk,
börtlemek, çığrış, çokuşmak, ürümek, ürüşmek, sığasına
çekilmek, ıhırcık, ağmak, çevren (çevreni dar şiir),
fışıldamak, ıramak (gözden ıradı)… Altın gibi şırlamak,
geçlemek…
Bu Türkçe sözcükler gibi Farsça Kürtçe kökenli ve
Anadolu’da kullanılan sözcüklerle de tanışıyoruz: Dengbej
gibi.
Bu öykülerde bu yazıya özgün sözcüklerden üreyen tümceler
okumayı daha bir şekere, tada buluyor: Yaşamı hiçleyen
hayattan kopup ayrılığa vurmuştu varlığını sözcüğünde
olduğu gibi. Ya da, uzaklara ağan özlemiyle acısı bol
dünya, sevginin dolayımı, ilik ilik anı örmek…. İnceden
bir yağmur başladı, kederledi şehrin gözlerini. Tatlı bir
büyüde düşlenmek… Yoksullukla alazlıyorlardı günlerini…
Kentin üstünden ufka doğru uzaklaşan yorgun kuşlar, bir
gün insanoğlunun elinde türlerinin sonlanacağını dahi
bilmeden özgürce kanatlanıp uçuşuyorlardı… İnsana hüzün
veren dokunaklı bir sarartıyla desenlenmiş olan kentin
göğü huzursuzdu… Çekip gitti sonbahara benzeyen bir
ayrılıkla içimizden… Nazım; Soluğunun buğusuyla gölgelendi
kalbim… gibi gibi daha birçok insanın düşüncesini titreten
tümcelerle örülü öyküler. Düşünce ufkunu duygu sınırlarını
genişleten tümceler bunlar.
Aziz Şeker içinde hep kuşkuculuğunu taşıyor ve kendisini
sürekli arayan, sorgulayan bir portre çiziyor. Örneğin:
“Ben de buralara gelmiştim. Yaşayabileceğim bir hayatı
arıyordum. Bana ait olan bir hayatı kaybetmiş gibi
arıyordum. Bilgelere inansaydım kendimde arardım.
Yapamıyordum. İnanmıyordum kimseye. Kendime de bazen…”
Sokaklarda kendisini arayarak dolaşan bir düşünce adamı.
Bu boyutuyla, çok erken bir sav olacağını bile bile
söylüyorum, ama içimden geliyor, söylemeliyim; Diyojen,
elinde fener “insan” ararken, Şeker sokaklara düşmüş,
sanki “insan”dan kesmiş umudunu, kendisini arıyor. Ve bir
umutsuzluk patlaması: “Ve hangi şehre dönsem yüzünü
yitirmiş kalbim bir başına. Duyan da yok, bilen de…” Hay
Allah! “Geri dönüşü olmayan bir yangının kıyısından
hüzünlenerek sessizce geçtim” diye betimlenen hangi olayın
hangi uğursuz otelidir?
Şeker’in yazıları okurken insanı dinlendiriyor mu,
dinginleştiriyor mu yoksa öğretip, üzerinde tutup,
düşündürüp, kıvrandırıp, hadi Şeker sözlüğünden konuşayım,
ığrandırıp, yoruyor mu. Yorarken öğretiyor mu? Yorulmadan
öğrenilmez çünkü. Bilemedim.
Belki de ikisini de yapıyor. İnsan Şeker öykülerini okuyup
bitirdiği zaman yorulmuşluk tadını da alıyor, dinlenmişlik
tadını da.
Şeker’in öykülerinde yaşlı yerine hep ihtiyar demesi beni
de bir sosyal mesleğin insanı olarak rahatsız etmedi
değil. Eski bir sözcüğü kullanmak niye? Yaşlı gibi Türkçe
ve onur yüklü bir kavram varken. Sosyal çalışma mesleğinin
çalışma alanına giren bir ömür döneminin Türkçe ve
mesleksel adı olan yaşlı yerine neden ihtiyar?
Ama; Nasrettin Hoca’nın vaaz verirken, karılarınızın
süslenmesine izin vermeyin, boyanıp sokağa çıkmasınlar,
gibi öğütlerini dinleyenlerden biri, ama senin karın da
boyanıyor deyince, Hoca’nın sözü yavşımış: Ama yakışıyor
haspaya! demiş. Şeker’in öykülerini okuyunca aynı
gevşemeyle, yakışıyor Şeker’e diyebiliyor insan. Ne
diyeyim. Lezzetli kullanıyor eski de olsa, yeni de olsa
sözcükler.*
|