Söyleşilerimiz,sitemiz adına editörümüz ve yazarımız Aziz ŞEKER tarafından gerçekleştirilmiştir. |
|
|
|
|
||||
Sezer AYAN: 1970 Adana doğumluyum. Cumhuriyet Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümünden mezun olduktan sonra, aynı üniversitede yüksek lisansımı tamamladım. Şu an doktora tez aşamasında olup aynı bölümde öğretim görevlisi olarak yer almaktayım. Ortaöğretim gençliğinin eğitime ilişkin sorunları ve eğitimden beklentileri
(Sivas ili örneği), sosyo-kültürel ve ekonomik ölçütler açısından kent
ailesi (Sivas ili örneği), aile içinde çocuğa yönelik şiddet (Sivas
ilköğretim ikinci kademe öğrencileri üzerine bir inceleme; sürüyor), şiddet
ve fanatizm (yayınlanmak üzere olan bir makaledir) gibi toplumsal sorun
alanlarında çalışmalar yapmamın yanı sıra yöntem, bilim tarihi, Avrupa
Birliği’nin sosyal politikaları, Türk siyasi yapılanma sürecinde anayasalar,
aile ve aile içi şiddet ilgi alanlarımdır. Sezer AYAN: Şiddetle ilgili literatür incelendiğinde, insanda şiddeti doğuran saldırganlık eğiliminin nasıl ortaya çıktığı konusunda farklı bakış açılarına rastlanır. Çoğu zaman şiddet ya içgüdüsel ve bu nedenle toplumsallaşma sürecinde çok az değişen, ya da sadece ve sadece çevre etkenlerinden kaynaklanan bir davranış olarak görülür, ama bugün bilim dünyası her iki etkenin de saldırganlık ve şiddet davranışının ortaya çıkmasında belli ölçülerde önemli olduğunu kabul etmektedir. Birinci bakış açısı, şiddetin biyolojik yönüne işaret ederken, ikinci bakış açısı sosyal etkenleri öne çıkarmaktadır. Şiddet, insanda doğal olarak var olduğu kabul edilen saldırganlık eğiliminin bireysel ya da toplumsal boyutta, diğerine zarar verecek biçimde dışa vurulması, yansıtılması olarak tanımlanabilir ya da kızgınlık, öfke, kin, nefret, düşmanlık gibi duygu durumunun etkinlik kazandığı saldırganlık dürtüsünün, bir takım faktörlerin etkisi ile eyleme dönüşmüş biçimi olarak da ele alınabilir. Saldırganlık davranışının geniş bir yelpazesinden söz edilmesi aslında şiddet olgusunun kapsamına da vurgu yapar. Dar anlamda, darp, vurma, yaralama gibi fiziksel anlamları çağrıştıran şiddet olgusunun, saldırganlığın temsil edilişine göre oldukça çeşitli bir artalanı olduğu söylenebilir. Bireysel düzeyde intihar, kol ve bacakları jiletleme vb. gibi insanın kendine uyguladığı şiddet eylemleri, adam öldürme, gasp, yaralama gibi başkalarına yönelik şiddet eylemleri ve toplumsal ve ekonomik alanlarda ortaya çıkan şiddet eylemleri gibi. Ancak, şiddetin bilimsel açıdan tutarlı ve her kesin üzerinde anlaşabileceği ortak bir sınıflaması maalesef yoktur. Bunun nedeni Mark Hobart’ın da belirttiği gibi, şiddeti tanımlamada usun oynadığı ağırlıklı rolle ilgilidir. Çünkü şiddetin kaynağına dair tartışmaların hala sürmesi ve bu konuda farklı yaklaşımların benimsenmiş olması söz konusu olguyu sınıflandırma da ve tanımlamaların çeşitliliğinde en büyük güçlük olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu durumda şiddetle ilgili sınıflamaların çeşitliliği farklı bakış açılarının varlığı göz önünde bulundurularak değerlendirilmelidir. Şiddetle ilgili tanımlamaların çeşitliliği, şiddet eylemlerinin değerlendirilmesinde temel alınan ölçütlere bağlı olarak, karşımıza farklı şiddet sınıflamalarını çıkarmaktadır. Örneğin Sevginin ve Şiddetin Kaynağı adlı çalışmasında, insan eğilimlerinin en kötü ve en tehlikeli temelini oluşturan üç olgudan bahseden Fromm, bu olguların; ölüm sevgisi, hastalıklı narsisizm ve birlikte yaşayan insanlar arasındaki kandaşla cinsel ilişki saplantısı olduğunu belirtir. Ona göre bu üç eğilim birleşerek insanı yıkmak için yıkmaya, nefret etmek için nefret etmeye götüren “çürüme belirtisi”ni oluşturur. Bu eğilimler insanlar tarafından değişik biçimlerde kullanılarak şiddete dönüşür. Şiddetin tehlikesiz belirtilerinin hastalıklı ve tehlikeli yıkıcılık biçimlerini anlamakta yardımcı olacağına inan Fromm, şiddetin değişik türleri arasındaki ayrımın, değişik bilinçsiz dürtüler arasındaki ayrımdan doğduğunu; çünkü bir davranışın kendisini, kökenini, izleyeceği yolu ve yüklendiği enerjiyi ancak o davranışın bilinçaltı dinamiklerinin açıklanmasıyla anlaşılabileceğini savunur ve ortaya çıktığı alanlar bakımından sekiz çeşit şiddetten bahseder. 1- Oyunda ortaya çıkan şiddet, 2- Tepkisel şiddet, 3- Engellemelerden doğan gerginlikle ortaya çıkan şiddet, 4- Gıpta ve kıskançlıktan doğan düşmanlık, 5- Öç alıcı şiddet, 6- İnancın yıkılmasından doğan yıkıcılık, 7- Ödünleyici şiddet ve 8- Kana susamışlık. Görüleceği üzere, Fromm’un bahsettiği bu şiddet biçimleri, yaşam sevgisi ile ölüm sevgisi arasında kişisel ya da toplumsal tercihlerle belirlenen şiddet eylemleri olmaktadır. Bu noktada, yaşama sevgisinin ağır bastığı kişiliklerde şiddet, kendini ya da başka bir değişle yaşamı koruma davranışı şeklinde ortaya çıkıp yaşama hizmet ederken, güçsüz, zayıf ve üretken olmayan kişiliklerde yaşamı aşmanın ve kendini doğrulamanın tek yolu olarak ölüm sevgisine hizmet eder. F.R. Von der Mehden, şiddet eylemlerine kimlerin katıldığını, nedenlerini ve amaçlarını araştırırken, altı tür şiddet eylemi saptadığını açıklar. Birincisi, ülke kültüründen kaynaklanan şiddet eylemleridir. Ona göre, ülke kültüründe saklı şiddet potansiyelinin ortaya çıkış biçimi, ırksal, dinsel, etnik, bölgesel çeşitlilik içinde, çıkar çatışmalarına dayalı olarak içe dönüklük, yabancı düşmanlığı, sevgi ve nefret duyguları bileşimi olarak ortaya çıkan gerginlikleri ve çeşitli şiddet eylemlerini simgeler. İkinci grup içinde devrimci ve karşı devrimci şiddet eylemleri, üçüncüde, askeri darbelerin yol açtığı şiddet eylemleri, dördüncü grupta, öğrencilerin şiddet eylemleri, beşinci grupta, ayrılıkçı şiddet eylemleri, altıncı ve son grupta ise, seçim dönemlerinde patlak veren şiddet eylemleri yer alır. Ünsal’ın diğer bir sınıflaması ise, “özel şiddet” ve “kolektif şiddet” sınıflamasıdır. Buna göre, insanın intihar ya da intihara teşebbüs ve kendi hatasıyla yol açtığı bir kaza yoluyla ölümü dar anlamda, salt bireyin aktörü olduğu özel şiddet eylemleridir. Bir de, çağımıza damgasını vuran kolektif şiddet eylemleri vardır ki, kanlı terör eylemleri, gösteri yürüyüşleri, grevler, iç savaşlar, uluslararası savaşlar, ihtilaller, soykırımlar, acımasız diktatörlük rejimlerinin uyguladığı kitlesel şiddet ve imha eylemleri gibi. Bu şiddet eylemlerinin diğer bir ayırt edici özelliği ise, kimi zaman örgütlü ve düzenli bir biçimde, kimi zamansa kendiliğinden oluşmasıdır. Şiddet, bireysel ya da kolektif düzeyde karşılıklı olabileceği gibi, devlete karşı ya da devlet kaynaklı da olabilir. Ünsal’ın geniş anlamda ise, hukuksal ve toplumbilimsel açıdan ölçülebilir nitelikte olmayan dolaylı şiddet eylemlerinden de bahsettiğini görüyoruz. Ekonomik şiddet (mafya eylemleri gibi), enflasyon ve işsizlik, medya terörü, cürümsel nitelikte trafik kazaları, ormanların yok edilmesi ve buna bağlı olarak verimli alanların erozyon, yanlış kentleşme ya da sanayileşme ortadan kalkması, deniz ve nehirlerin kirlenmesi, ebeveyn dayağı, koca dayağı, polis dayağı, okul dayağı, mahkeme ve stadyum kavgaları ve insan hakları ihlalleri ve küreselleşmenin geri kalmış ve azgelişmiş ülkeler üzerindeki olumsuz etkileri gibi. Şiddeti, “kurucu şiddet” ve “totaliter şiddet” olarak ikiye ayıran Maffesoli,
“doğa” ile “toplum” arasındaki kaçınılmaz bağa değinirken, şiddetin,
toplumsal düzenin yıkılması ve kurulması ikili amacını hala korumakta
olduğunu dile getirir.
Sezer AYAN: Şiddet, geçmişte olduğu gibi bu günde tüm toplumların ortak sorunlarından biridir. Ancak, sebepleri, toplumsal yapıda meydana gelen değişmelere paralel zaman içinde değişmekte ve gelişmektedir. Doğan’ın da vurguladığı gibi, tarihi insanlıkla başlayan şiddetin, hem geçmişe göre ve geçmişe uygun bir açıklaması hem de bugüne özgü nedenleri ve açıklaması vardır. Şiddetle ilgili tanımlamalar ve sınıflamalar, şiddetin çok yönlü bir olgu
olduğunu açıkça göstermektedir. Kimi zaman insanda doğal bir eğilimin ürünü
olarak, kimi zamansa değişen çevre etmenlerinin etkisi ile açıklanmaya
çalışılan şiddet olgusu gerçekte tüm boyutları göz önünde bulundurularak
incelenmesi gereken bir olgudur. Bu etkenler biyolojik, psikolojik, toplumsal, kültürel ve ekonomik özellikler taşıyan insanın davranışlarının boyutlarını da belirler. Bu nedenle şiddet davranışlarının incelenmesinde, nedenlerinin ortaya konmasında, söz konusu boyutlar göz ardı edilmemelidir. Çünkü ancak şiddetle ilgili çok yönlü araştırmaların yapılması ile kurbanlar, saldırganlar ve koşullar hakkında bilgi edinilebilir. 2003 Dünya Şiddet ve Sağlık Raporu’nda da belirtildiği üzere; “Şiddet, kişisel ilişki ve toplum boyutunda karşılıklı etkileşim faktörlerinden sonuçlanmaktadır. Hiçbir faktör, niye bazı insanların şiddet içeren davranışlarda bulunduğunu veya niye bazı toplumların diğerlerinden daha çok şiddet yaşadığını açıklayamaz.” Bu nedenle saldırganlık ve şiddeti incelemeye yönelik araştırmalar, saldırganlık ve şiddeti tanımlamada, sınıflamada ve nedenlerini belirlemede söz konusu davranış şekillerini ortaya koyan bireysel ve toplumsal etkenlerden birlikte hareket etmelidir. Çünkü saldırganlık ve şiddetin ortaya çıkmasında rol oynayan bireysel ve toplumsal nitelikli etkenler aynı zamanda, saldırganlık ve şiddetin nedenlerinin belirlenmesinde de önemli olmaktadır. O halde bireyi olumuz bir biçimde etkileyerek onu şiddet uygulayıcısı haline getiren bu etkenler nasıl bir süreç içerisinde bireyi kontrolü altına alarak etkili olmakta ve farklı boyutlarda karşımıza çıkmaktadır. Bu boyutlar birbirinden bağımsız mıdır? Yoksa şiddet bireysel düzeyde toplumsal etkenlerin, toplumsal düzeyde de bireysel etkenlerin mi etkisindedir? Şiddet, genel olarak bireysel düzeyde, ekolojik ve toplumsal etkenlerden hareketle açıklanmaya çalışılır. Ekolojik etkenler derken, bunlar bireysel düzeyde, bireyin toplumsal yaşamını belirleyen doğal etkenlere vurgu yapar. Çünkü birey toplumsal yaşam içinde kendine has biyolojik özellikleri ile vardır ve bu biyolojik özelliklerinin etkisi ile sosyal yaşam içinde yer alır. Doğal ve toplumsal çevresinden gelecek etkilere vereceği cevaplar onun saldırgan ya da uyumlu bir kişilik sergilemesinde etkili olacaktır. Böylece birey eğer sağlıklı toplumsal koşullarda güçlü bir benlik gelişimi sağlayabilirse, biyolojik temelinde yer alan güdüsel ihtiyaçlarını da daha sağlıklı karşılayabilir. O halde diyebiliriz ki, insanın içinde bulunduğu ortam, fizyolojik, biyolojik ve toplumsal güdülere doyum sağladığı ölçüde bireye haz, ancak doyurulmadığı durumlarda da elem verir. Böylece bireysel düzeyde şiddet davranışlarının, bireyin doyurulmayan güdülerinin sonucu olarak ortaya çıktığı söylenebilir. Ekolojik etkenlerle, bireyin şiddete yönelik davranış geliştirmesi arasında ilişki olduğu gibi kültürel etkenlerle de bireyin şiddete yönelik davranış ve tutum geliştirmesi arasında, bir ilişki vardır. Çünkü insanın ruhsal yapısı ve yaşantısı, bulunduğu kültür içinde gelişir ve oluşur. Bireyler içinde bulundukları kültürel yapıya paralel davranış şekilleri geliştirmek zorundadırlar. Aksi takdirde, toplum dışına itilme ve yalnız kalma tehlikesi ile karşı karşıyadırlar. Bu yüzden, her kültür, bireylerine aile ve diğer eğitim kurumları aracılığı ile verilir ve ortak bir yaşam tarzı oluşturulur. Bu ortak yaşam içinde bireylerin davranışlarını belirleyen ortak değerler vardır. İşte bu ortak değerler, kişiliğin toplumsal yanına vurgu yapan üstbenliği, süperegoyu biçimlendirir. Üstbenlik ruhsal aygıtın dizginleyici, suçlayıcı, yargılayıcı, cezalandırıcı yapısıdır. Günlük yaşamdaki karşılığı vicdan, belirtisi ise suçluluk duygusudur. Bir sözümüzün ya da davranışımızın ardından vicdanımızın sızladığını söylediğimizde ruhsal aygıta olan şey, üstbenliğin benliği cezalandırmasıdır. Üstbenliğin insanın uyumsal davranışlarda bulunmasında önemli bir rolü vardır. Böylece, kültürel değerlerce meydana getirildiği kabul edilen üstbenlik ne
kadar bastırıcı, katı ve sert olursa, saldırgan davranışların ortaya çıkması
da o denli kolay ve şiddetli olur. Çocuk ve genç üstbenliğini meydana
getiren, özdeşleşmesinde etkisi olan ana-babası ile birlikte bulundukça bu
tür saldırgan davranışlarını başka nesnelere, kişilere yöneltir. Onların
baskısı, etkisi kalkınca ilke, kural ve yasa tanımayan insanlar ortaya
çıkar. Bu noktada, bir toplumun değer yargılarını belirleyen kültürün niteliği, saldırgan davranışların biçimlenmesinde, ortaya çıkmasında ve engellenmesinde doğrudan ya da dolaylı yollardan etkili olabilmektedir. Üstbenliğin gelişiminde, ana-babanın değer yargılarını çocuğa aktarma ve onu toplumsal bir varlık haline getirme sürecinde, toplumun temsilcisi rolünü oynadığı düşünülecek olursa, ana-babanın sergilediği davranışların (olumlu ya da olumsuz), çocuk tarafından model alınan davranışlar olduğunu da söyleyebiliriz. Bu durumda, aile içinde çocuğun ebeveynleri, ebeveynleri ile diğer aile üyeleri ve dış çevre arasında gözlemlediği ilişki ve davranış şekillerini, olması gereken davranış ve ilişki şekilleri olarak algılayıp öğrenmesi kaçınılmazdır. Kısaca; bireyler içinde bulundukları toplumun koşullarına paralel kişilik geliştirirler. Bu noktada sağlıklı toplumsal koşullar sağlıklı kişilikleri yaratırken, tam tersi de söz konusu olabilir. Ancak, çevreden gelen etkilerle biçimlenen saldırganlık ve şiddet eylemlerinin birden çok nedeni vardır. Genel olarak gelişmiş bir toplumda birey, toplum yapısı, kültürün maddi ve manevi öğeleri arasında sıkı bir bağlantı ve denge söz konusudur. Gelişmekte olan toplumlarda ekonomik bunalım, sanayileşme, kötü kentleşme, hızlı nüfus artışı, dengesiz gelir dağılımı, işsizlik vb. gibi çok yönlü sorunlar, bu bağlantıyı gevşetir, koparır ve uyumsuzluk yaratır. Bu uyumsuzluk, bireysel ve toplumsal alanda ağır sorunların kaynağını da oluşturur. Kültür boşluğu ya da bunalımı yaratan bu durum, kültür çatışması
ve yozlaşmasına yol açarak, toplumsal çözümlemeye de neden olur. Yapılan birçok araştırma, bireyin toplumsallaşma süreci içinde karşılaştığı, maruz kaldığı ya da tanıklık ettiği bir takım tutum ve davranış şekillerinin, taklit ya da öğrenme yoluyla erken dönemde kazanılmış davranışlar olarak, onun daha ileriki yaşamında da belirleyici olduğunu göstermektedir. Bu durumda toplumsal koşullara uygun bir biçimde sosyalleşen bireyler çevrelerine daha uyumlu ve karşılaştıkları engelleri daha kolayca aşan bireyler olmaktadır. Zira engeller toplumsal normlar ya da uyulması gereken kurallar niteliğinde algılanıp, toplumsal yapıya uyum sürecini de kolaylaştırmaktadır. Ancak toplumsal koşullar, bireyin sağlıklı bir ruhsal yapı geliştirmesine engel oluşturacak olumsuz ortamlar yaratıyorsa, doğasında zaten saldırganlık ve şiddete yönelik eğilimleri taşıyan birey, bu durumda, söz konusu eğilimlerini bilinçli ya da bilinçsizce kendini koruma çabasının bir ürünü olarak ortaya çıkarmaktadır. Sonuç olarak, birçok etkenden hareketle açıklanmaya çalışılan saldırganlık ve şiddeti bireyin doğuştan kalıtım yoluyla getirdiği biyolojik özellikleri kadar, gelişiminde rol oynayan toplumsal, ekonomik, kültürel, iletişimsel ve siyasal koşullardan da etkilenen bir olgu olarak değerlendirebiliriz. Aziz ŞEKER: Şiddetin biçimleri? Görüyoruz ki, yaşam olanakları içerisinde şiddeti birçok yönüyle görmekteyiz. Yaşamaktayız. Doğa katliamlarından tutun da filmlerdeki şiddete, bir çocuğa yönelik şiddetten eşler arası şiddete, hatta yoksulluğun tetiklediği sembolik şiddete kadar… kısaca yaşamın her karesinde şiddetin yansımalarını bulabiliyoruz… Sezer AYAN: Bir toplumda biyolojik, ekolojik ve toplumsal faktörlerin birbiri ile etkileşerek ortaya çıkardığı saldırgan davranışlar ve şiddet eylemleri doğayı, başka bireyleri, bireyin kendini, grupları ya da toplumun genelini hedef alır biçimde şekillenebilirken, bireyin, toplumun ve doğal çevrenin bu süreçte karşılıklı etkileşerek hareket ettikleri gözlenir. Bu
noktada olumsuz kişilik özelliklerinin sonucu beliren şiddet eylemleri
sadece, bireyden bireye ya da bireyden çevreye yönelik olmayıp, aynı
zamanda, sosyal ve doğal çevreden bireye yönelik de gelişebilmektedir.
Ancak, hangi yönde olursa olsun ve kimi hedef alırsa alsın toplumsal yaşamda
şiddetin aktörü birey ve bireylerdir. Çeşitli nedenle farklı biçimlerde karşımıza çıkan şiddet olaylarını bireysel düzeyde yaşanan ve toplumsal düzeyde yaşanan şiddet eylemleri olarak iki kısımda inceleyebiliriz. Bu sınıflamada şiddet uygulayıcısı birey/bireyler, grup ya da devletin kendisi olabilirken, hedef bireyin kendisi, diğer bireyler, gruplar, toplum ya da devlet olabilmektedir. Bireyin kendisine ya da çevresinde yer alan diğer bireylere yönelik şiddet
eylemleri arasında bireyin bedensel bütünlüğüne fiziksel, cinsel ve duygusal
boyutta zarar verici nitelikteki intihar, cinayet, ırza geçme, darp,
yaralama, istismar, ihmal vb. nitelikteki eylemler şiddet eylemleri
sayılabilirken, grupları, bir toplumun kendisini ya da devleti hedef alan
şiddet eylemleri arasında terör, aşiret kavgaları, mafya hesaplaşmaları,
sokak çatışmaları, fanatik eylemler, iç ayaklanmalar, grev, savaş ve
ihtilaller sayılabilir. Ayrıca, kamu gücünün meşru zor kullanma gücünden
kaynaklanan ve toplumsal düzeni koruma adına gerçekleştirilen devlet
kaynaklı şiddet eylemleri de göz ardı edilmemelidir. Aziz ŞEKER: Çocuğa yönelik şiddetten söz edelim biraz. Biliyoruz ki, çocuğa yönelik şiddet çocukluğun sosyal tarihinde sık rastlanan davranış biçimlerinin başında geliyor. Çocuğun katılım, gelişme, yaşama, öğrenme gibi temel hakları da aslında bir yerde yok sayılıyor. Çocuğun sosyal tarihinde şiddet olgusunun seyrine dair neler söylenebilir? Dünyada ve Türkiye’de durum ne, konuyla ilgili yapılan araştırmalar olgunun nesnel gerçekliğini yansıtabiliyor mu? Sezer AYAN: Çocuk istismarı ve ihmali, başka bir değişle çocuğun fiziksel,
cinsel ve duygusal anlamda kötü muameleye maruz kalması olgusu yeni bir
olgudur ve çocuğun toplumsal yapıdaki yakın gelişmelere bağlı olarak
edindiği yeni konumla ilgilidir. Bu yeni konum, Pollock’ın da belirttiği
gibi, çocuklara karşı yeni tutumların geliştirilmesinin değil, erişkinlerin
dünyasını kesin olarak değiştiren tarihsel gerçeklerin ürünüdür. Bu türden olguların ortaya çıkışı, şiddet ve ihmalin toplum tarafından cezalandırılış biçimini ve her kültürün çocuğun özel gereksinmelerine ne derece duyarlı olduğunu ortaya koymaktadır. Bunlara ek olarak, ana-babaların inancı, ahlaki tutumları, toplumsal idealleri ve toplumun kanun ve gelenekleri de çocuğa nasıl davranılacağını belirleyen faktörler arasındadır. Çocuğa yönelik istismar ve ihmal bugünün bakış açısından hareketle, geçmişe dönük olarak ele alıp incelendiğinde ise, söz konusu olgunun aslında tarihsel bir olgu olduğu görülür. Her çağda ve her toplumda çocuklar istismar ve ihmalin kurbanı olmuşlardır. Doğu toplumları, Batı toplumları, İslam kültürü, Hıristiyan kültürü, Amerikan kültürü, Ortadoğu ve Uzakdoğu kültürlerini ayrı ayrı olarak ele alınıp incelenecek olursa, her bir toplumsal yapılanmanın kendi kültür ve değerlerine göre çocukluğa farklı açılardan baktığı ve bu bakış açılarından hemen hepsinde istismar ve ihmale yönelik uygulamalara rastlandığı görülmektedir. Ancak, bu uygulamaların, kendi zamanının koşulları içerisinde istismar ve ihmal olarak algılanmadığı, toplumsal, kültürel, ekonomik ve fiziksel gereksinimlerin sonucu olarak meşrulaştırıldığı görülür. Bir başka değişle, çocukluk, her bir toplumun kendine has kültürel yapısı içerisinde toplumsal bir kurgu olarak şekillenmiş, çocukluğun biyolojik nitelikleri ile insan hayatında belli bir döneme denk düştüğüne ilişkin anlayışın (modern çocukluk anlayışının) şekillenmesi ise yüzyıllar almıştır. Çocuk istismar ve ihmalinin bir olgu olarak ele alınıp incelenmesinin de bu gelişmelere paralel olduğunu görmekteyiz. O halde, çocukluğun tarihini incelemek, çocuğa yönelik şiddet ve istismarın geçmişten günümüze aldığı biçimleri ortaya koyabilmek açısından önemli olmaktadır. Yapılan incelemeler, çocuk istismarı ve ihmalinin antik çağdan günümüze kadar süregelen bir olgu olduğunu, fakat bu olgunun toplumsal bir sorun olarak, çocukluğun kendine has zihinsel ve fiziksel özellikleri ile “insan hayatında ayrı bir dönem” olarak görülmesi ve kabul edilmesi (modern çocuk paradigması) şeklindeki anlayışın gelişimine kadar ele alınmadığını ortaya koymaktadır. Çocuğa yönelik şiddet genel bir kavram olmakla birlikte, içeriği
araştırıldığında çocukların toplumsal ve ekonomik alanda farklı şiddet
türleri ile karşı karşıya oldukları gözlenir. Dünya Sağlık Örgütü’nün 1999’da yapmış olduğu tanımda; fiziksel ve/veya duygusal her türlü kötü muamele, cinsel istismar, ihmal veya kâr amaçlı davranış ya da, sorumluluk, güven ve güç ilişkisi içinde gelişen veya çocuğun sağlığına, sağ kalımına, gelişmesine ve saygınlığına gerçek ya da potansiyel zarar verme tehlikesi olan her türlü davranış çocuk istismarı olarak tanımlanmaktadır. Dünya Sağlık Teşkilatı’nın (WHO) tanımında, çocuk istismarının sorumluluk, güven ve güç ilişkilerinde ortaya çıktığı ve çocukların gelişim geriliği ve bağımlılıklarından dolayı bu ilişkisel yönün çocuk istismarında anahtar rol oynadığı vurgulamaktadır. Kanıtlar göstermektedir ki sosyal izolasyon, kalabalık gruplar içinde yaşama ve daha az sosyal ilgi çocukları, sorumluluk, güven ve güç ilişkisi içinde bulunduğu insanlarca istismara daha fazla açık hale getirmektedir. Toplumsal ve ekonomik alanda çocuğa uygulanan şiddet eylemlerinin en yaygını aile içinde yaşanan şiddet eylemleridir ve aile içinde yaşanan şiddetten çocuklar farklı biçimlerde etkilenmektedirler. Bir taraftan şiddet gören annenin çocuğuna şiddet göstermesi, diğer taraftan ana-baba arasındaki şiddet sahnesine tanık olan çocuğun duygusal yıkımı şeklinde çocuklar sıklıkla yetişkin aile üyeleri arasındaki şiddetin kurbanı olmaktadırlar. Ayrıca, pek çok aile kesiminde, çocuk eğitiminin önemli bir unsuru olan ödüllendirme ve cezalandırmanın bilinçsizce kullanımı ve çocukların terbiye amacıyla dövülmeleri gibi nedenler de istismarın belirgin örnekleri olarak gösterilebilir. Şiddet, çocuğa aile içinde aile bireyleri tarafından doğrudan (bir disiplin aracı olarak) uygulanabildiği gibi, aile içinde yaşanan diğer şiddet olayları da (özellikle kadına yönelik şiddet gibi), çocuğun bu süreçte duygusal zarar görmesine, istismarına neden olabilmektedir. Hornor’a göre çocuğa karşı şiddetin yaşandığı ailelerde karı-koca çatışması, tatminsiz evlilik gibi özelliklere rastlanmış ve aile içinde genel olarak sözlü denebilecek bir şiddetin yaşandığı görülmüştür. Ebeveynlerden birinin üvey olması durumunda çocuğun şiddetle karşılaşması olasılığı fazladır. Çocuk bakımı ve karar alma konusunda eşitsiz dağılımın yaşandığı ailelerde çocuğa karşı şiddet oranı yüksektir. Ayrıca büyük oranda ailenin yaşadığı sıkıntılar ve ani değişmelerle çocuğa karşı şiddet arasında bir ilişki kurulmaktadır. Böylece, aile içi şiddete yoksul ve düşük eğitimli ailelerde daha çok rastlanmaktadır. Çocuğa yönelik şiddeti konu edinen çalışmalarda karşılaşılan en büyük güçlüklerden biri şiddetin kapsamını belirlemekte yaşanan güçlükler olmaktadır. Bu durumda farklı bakış açıları ve ya farklı yaklaşımlar, kültürel ve bireysel farklılıklar ve ailelerden bağımsız olarak toplumsal koşulların belirlediği olanaklar konunun sınırlandırılmasın da önemli engeller olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu nedenle, şiddeti tanımlamada ve kapsamını belirlemede yaşanan bu güçlüklerle baş edebilmenin bir yolu da konuyu hukuksal düzenlemeler açısından değerlendirmek olabilir. Bu nokta da ulusal ve uluslararası çocuk hukukuna yönelik düzenlemelerin göz önünde bulundurulması önemlidir. Tarihsel süreç içinde çocukların korunması ve himayesi büyük değişiklikler göstermiştir. Özellikle 19. yüzyıldan itibaren çocukla ilgili araştırmalar ve çocuğa verilen önem artmıştır. Söz konusu bu gelişmeler, Tiryakioğlu’nun da bildirdiği gibi, çocuğun bir değer olarak kabul edilmesine ve çocukların korunması anlayışının toplumların ekonomik, sosyal ve siyasal yapısıyla ilişkilendirilmesine kadar uzanmaktadır. Çocukların korunması ile ilgili ilk kurumlar dini nitelikte iken, ilerleyen zaman içerisinde uygarlık seviyesinin yükselmesi sonucu bu kurumların, çağın gelişimi ve anlayışına uygun müesseseler olma çabasına girdikleri gözlenir. Günümüzde bu kurumlar hem devlet eliyle kurulmakta hem de konuya hassas ve alanında uzman kişilerin katkılarıyla sivil toplum örgütlenmeleri niteliğinde hareket etmektedirler. Diğer taraftan devletin ve sivil toplum örgütlenmelerinin konuya eğilmeleri uluslararası gelişmelere paralel olmakta ve bilimsel çalışmalarla da desteklenmektedir. Bir başka değişle, kurumsal ve yasal boyutta yapılacak girişimler konuya ilişkin sağlıklı veriler sağlayacak bilimsel araştırmaları mutlak kılmaktadır. Ancak görülen, çocuğu istismardan ve ihmalden korumaya yönelik çalışmaların çok da eskiye dayanmadığıdır. Bunun temel nedeni, çocuğun bir değer olarak algılanması anlayışının sanayileşmenin hızlandığı döneme ve buna ek olarak eğitimin kurumsallaşması sürecine tekabül etmesidir. Diğer taraftan,
kültürel farklılıklar nedeniyle çocuk istismarını tanımlama girişimlerinin
toplumdan topluma farklılık göstermesi ve konun evrensel bir tanımlamasının
yapılamaması, konu hakkında ulusal boyutta yapılan çalışmaların nicelik ve
nitelik açısından ortaya koyduğu farklılıkların temel gerekçesi olarak ta
değerlendirilebilir. Bu nedenle, çocuk istismarını araştırmaya yönelik çalışmalara, kapitalist üretim ağı içerisinde çocuğun rolü ve yeni toplumsal konumu belirinceye ve bu yeni rol ve statüden kaynaklanan durumlar bir sorun olarak algılanıncaya kadar rastlanmaz. Ancak, bu algılama biçimleri ortaya çıktıktan sonra da, çocuk istismarı adı altında anılan durumların, salt sanayileşme sürecinin yarattığı sorunlar olmayıp, çocuk yetiştirmeye yönelik davranış ve tutumları belirleyen kültürel farklılıklardan da etkilendiği anlaşılır. Bu durum, literatürde uluslararası çocuk istismarı ve ihmaline ilişkin çalışma/çalışmalara rastlanamamasının gerekçesi olarak gösterilebilir. Ulusal boyutta Türkiye ve diğer ülkelerde yapılan araştırmalardan elde edilen veriler incelendiğinde, gelişmiş ya da gelişmekte olan toplumlarda çocuk istismarının nedenleri konusunda kimi zaman ortak yargılara varıldığı görülür. Bu ortak yorumlamalar, her ikisi de bir zamanlar geleneksel olan, şimdi ise sanayileşmesini tamamlamış ya da hala tamamlamaya çalışan toplumların, farklı dönemlerde de olsa ortak bir süreci yaşamış ya da birbirini model alarak yaşıyor olmalarına bağlanabilir. Yapılan incelemeler, aile içi ve çocuğa yönelik şiddetin Batı toplumlarında da yeni bir olgu olmadığını göstermektedir. Bu günün bakış açısından hareket edildiğinde, çocuk istismarı ve ihmalinin bu toplumlarda da insanlığın tarihi kadar eski olduğu, ancak Batı kültür anlayışında diğer (ekonomik ve sosyal) gelişmelere bağlı olarak meydana gelen değişmelerin, söz konusu olgunun bir sorun olarak ele alınmasında etkili olduğu anlaşılmaktadır. Altı bin yıl önce Mezopotamya’da ki çocukların onlara bakmak için koruyucu tanrıları olduğu belirtilirken, çocuk bakımevlerinin eski Yunanlılar ve Romalılara kadar uzandığı görülmektedir. Samuel Rodbill çocuk haklarının korunması için ilk yasal düzenlemelerin M.Ö. 450 yılına kadar gittiğini bildirmektedir. Antropologlar, nerede ise her toplumun çocukların seksüel hayata geçmelerine dair kurallarının ve kanunlarının olduğunu bildirmektedir (Gelles). Gells’in de belirttiği gibi, aile ya da birbiri ile sevgi bağı oluşması
gereken insanlar arasındaki şiddet olgusu eski olmasına rağmen, kişilere ve
sosyal iyilik haline zararlı olması nedeni ile son zamanlarda, bir sosyal
problem olarak ele alınmaya başlanmıştır. Mıcheal Robin, çocuk haklarının korunması ile ilgili tarihsel başlangıcı araştırdığında 1300’den 1600 yılına kadar süren dönemdeki Rönesansın çocukların toplumun korunmasına muhtaç bir sınıf olarak algılandığı ve ailenin çocuğun eğitimi ve davranışlarından sorumlu olduğu dönem olarak başladığını görmüştür. Yine bu dönem babanın gücünün en fazla arttığı dönem olarak dikkati çekmektedir. 18. yüzyıldaki Aydınlanma çocuklarla ilgili hizmetin ve ilginin de artmasını getirmiştir. Bu dönemde kurulan Londra Vakıf Hastanesi’n de çocuklar için ayrı sağlık hizmeti verilmekle kalınmamış burası çocuklar adına yapılan ahlaki reform hareketlerinin de merkezi olmuştur. Marry Ellen Wilson davası, 1874’de 8 yaşındaki bir kıza kötü muamele nedeni ve üvey annesinin hapse mahkûm edilmesi ile sonuçlanmıştır. Bu davadan sonra (Aralık 1874) ABD’de Newyork Çocuklara Kötü Muameleyi Önleme Derneği kurulmuştur.
Kempe’nin makalesi, çocuk istismarının toplumsal ve profesyonel bakımdan yeniden keşfini sağlamıştır. Bu makale ile birlikte yayınlanan güçlü çarpıcı editör yorumunu ünlü gazetelerde çıkan haberler ve farklı öyküler izlemiştir. Nelson’a göre, 1962’ye kadar hiçbir konu bu kadar yoğun şekilde kitle medyasınca işlenmemiştir. Bundan sonra Kepme kendi profesyonel dergisi olan “Child Abuse ve Neglect International Journal’i kurmuş ve günümüzde aile içi şiddetle ilgili çok sayıda makaleyi düzenli olarak yayınlayan dergiye öncülük etmiştir. 1962’deki gelişmeyi takibenden en önemli gelişme ise, ABD’de 50 eyaletin tamamında 1963-1967 yılları arasında çocuk istismarı ile ilgili pasajların bu ülke kanunlarında yer alması olmuştur. Bunu ise 1912 yılından itibaren Çalışma Bakanlığının bünyesinde kurulu olan çocuk bürosunun aktif hale getirilmesi izlemiştir. Batı’da, bu gelişmelere bağlı olarak bu güne dek, çocuğa yönelik şiddet konusunda pek çok araştırma yapıldığı gözlenmektedir. Bu nedenle, artık Batı’da “çocuk istismarı ve ihmalinin yeterince araştırılmadığı” bir sorun olmaktan çıkmış, sorun araştırmalarda kullanılan metodolojik uygulamalara yönelik eleştiriler sorunu olmaya başlamıştır. Bu eleştirilerin temel hedefi ise, çocuk istismarı ve ihmali konusunda yapılacak araştırmaların, ancak multidisipliner çalışmalarla sağlıklı sonuçlara ulaşabileceği gerçeğidir. Ülkemizde çocuğa yönelik şiddet konusunda yapılan çalışmaların azlığı öncelikle, konunun henüz yaygın bir sosyal sorun olarak kabul edilmemesi anlayışından kaynaklanmaktadır. Bu anlayışın temelinde ise, aile içi ilişkiler ve bunlardan kaynaklanan sorunların toplumca mahremiyet arz eden ve bu nedenle de dışarıya yansıtılmaması gereken durumlar olarak algılanması gerçeği yatar. Türkiye’de aile içi ilişkilere yönelik mahremiyetçi bakış açısı, konuya ilişkin bilimsel çalışmaların ve yasal müdahalelerin önündeki en büyük engellerden birini oluşturmaktadır. Buna bir de, başka kültürlerce istismar ve ihmal edici nitelikte algılanan bazı çocuk yetiştirme yöntemlerinin (dayak gibi), hala kabul edilen ve uygulanan yöntemler olması gerçeği eklendiğinde, durum daha iyi anlaşılmaktadır. Literatürde aile ve çocuk incelemelerine çok sık rastlansa da, aile içinde çocuğa yönelik şiddeti konu edinen çalışmaların çok yakın zamanlı olduğu görülür. Ancak, bu durum, ülkemizde ailelerin çocuklarını yeni istismar etmeye başladıkları ya da ihmal ettikleri anlamına gelmemelidir. Polat’ın da belirttiği gibi, ülkemizde geleneksel bir disiplin yöntemi olmasından dolayı, özellikle fiziksel şiddete karşı tepkisel bir hareket toplumsal anlamda yakın zamana kadar gerçekleşmemiş, konuya yönelik yoğunlaşma, yukarıda da belirtildiği üzere, uluslararası gelişmelere paralel ortaya çıkmıştır. 2 Eylül 1990 yılında Birleşmiş Milletlerce “Çocuk Hakları” adı altında kabul edilen sözleşme, ülkemizde çocuk istismarı konusundaki bilimsel çalışmalara hız kazandırmıştır. Bu hızlanma, Cılga’nın da belirttiği gibi, Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin (ÇHS) ilke ve standartlarının kabulü ile yakından ilgilidir. Kabul edilen bu ilke ve standartlar, Türkiye’nin 21. yüzyıldaki nitelikli vatandaşlarını yetiştirme yönünden önemli bir çıkış noktasıdır. Bu gelişmelere ilave olarak, 90’lı yıllarda “Aile Araştırma Kurumu”nun kurulması, çocuk istismarı konusunda bilimsel nitelikteki sosyal araştırmaların araştırma kurumu bazında destek görmesine neden olmuştur. Böylece, kurumsal ve bireysel düzeydeki bilimsel çalışmalarla çocuk istismarının sosyo-kültürel boyutu ön plana çıkarken, sosyal bilimciler de kurumsal boyutta gördüğü destekten hareketle bu konuda Türkiye gerçeğini irdelemeye yönelmiştir. Aile Araştırma Kurumu tarafından Türkiye çapında yapılan “Aile İçi Şiddetin Sebep ve Sonuçları” ile “Aile İçinde ve Toplumsal Alanda Şiddet” konulu araştırmalar bu bağlamda değerlendirilebilir. Ülkemizde çocuk istismarı konusunda ilk çalışmaların hukukçular ve sosyal hizmet uzmanları tarafından yapıldığı ve bu çalışmaların özellikle fiziksel çocuk istismarına yönelik gerçekleştirildiği görülür. Esin Konanç, Sezen Zeytinoğlu, Şeyda Kozcu ve Şule Bilir’in çalışmaları bu konuda ilkler arasında sayılabilir.
Sezer AYAN: Ülkemizde çocuk hakları konusundaki ulusal yasal girişimler
uluslararası çalışmalarla eş zamanlı olarak gerçekleşmiş olsa da, çocuğa
yönelik şiddet olgusu şiddetin bir terbiye biçimi olarak algılanması
anlayışından dolayı hiçbir zaman çok fazla tepki almamış bir olgudur. Bu
yüzden, Polat’ın da belirttiği gibi, yıllardan beri kabul gören ve hiçte
aykırı gelmeyen dayak olgusunun istismar kapsamına alınması ancak 1985’li
yıllardan başlayarak gerçekleşmiştir.
Bu gelişmeler, Birleşmiş Milletler
İnsan Hakları Komisyonu’nun çocuk haklarına yasal zorunluluk kazandırmak
amacıyla yürüttüğü çalışmalarla eş zamanlı gerçekleşir ve 1990’lı yıllarda,
soğuk savaşın bitimine paralel, dünyada daha önce silahlanmaya harcanan
paranın, “bir barış” getirisi olarak insani kalkınma amaçlarına
ayrılabileceği yönündeki anlayış ve beklentilerin gelişimi ile de hız
kazanır. Bu amaçla 1990’larda “Çocuk Politikası Ulusal Kongresi” adı altında
yapılan çalışmalar, daha sonra “Çocuk Hakları Sözleşmesi”nin ülkemizdeki
taban çalışmasını oluşturur ve Türkiye Çocuk Hakları Sözleşmesi’ni 29-30
Eylül 1990 tarihleri arasında yapılan Çocuklar İçin Dünya Zirvesi’nde
imzalar. Ayrıca, Çocuk Hakları Sözleşmesinin kabulünden itibaren, ÇHS’ye
yönelik teknik alt yapılanmada en önemli görev, kamu kurum ve kuruluşları
arasında koordinasyonu sağlama adına Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme
Kurumu’na verilmiştir. Ülkemizde çocuklarlarla ilgili kanunlar arasında, başta Medeni Kanun ve
Milli Eğitim Kanunu olmak üzere 2828 sayılı Sosyal Hizmetler ve Çocuk
Esirgeme Kurumu Kanunu, 2253 sayılı Çocuk Mahkemelerinin Kuruluşu, Görev ve
Yargılama Usulleri Hakkında Kanun yer almaktadır. Yukarıda saydığımız ve bu gün yürürlükte olan kanunların tümü çocuğun
refahını esas alan kanunlardır. Ancak, bunlar arasında, çocuğu şiddetten ve
konumuz açısından aile içi şiddetten korumaya yönelik düzenlemelere doğrudan
4721 sayılı Medeni Kanun’da, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nda ve 2828 sayılı
Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Kanunu’nda rastlamaktayız. Bu
saydığımız kanunlar yanında 2253 sayılı Çocuk Mahkemelerinin Kuruluşu, Görev
ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun ise “çocuğun gelişim ve kişilik
özelliklerine göre yargılama gerçekleştiren ve rehabilitasyonunu içeren özel
bir…” kanundur. Ülkemizde çocuk hakları konusunda anayasal düzenlemelere de gidilmiştir.
Bunlardan özellikle 1961 Anayasası iki dünya savaşı sonrasında, kimsesiz,
yetim çocukların ve parçalanmış ailelerin artışı nedeniyle uluslararası
bildirgelerin de etkisi ile aile ve çocuk politikalarının temellerini
oluşturan hükümler konulan en ileri anayasal düzenlemedir. Ülkemizde, çocuk istismarı ve ihmali kapsamına giren sorunlardan bir kısmı
(ki bunlar Çocuk Haklarının da gerekçesini oluşturan sorunlardır),
Kağıtçıbaşı’nın da belirttiği gibi, Türkiye örneğine özgü olmayıp evrensel
olarak düşük sosyo-ekonomik gelişme düzeyi bağlamında benzer niteliklere
sahip toplumsal sınıfların ortak sorunlardır. Bunların dışında bir de
kültürün geleneksel değerlerinin yarattığı sorunlardan söz edilebilir ki
bunlar daha çok bir toplumun çocuk yetiştirmeye yönelik tutum ve
davranışları olarak karşımıza çıkar ve bu nedenle de istismar ve ihmal
kapsamına alınmaz. Bunlar: otoriter ve koruyucu anne-baba tutumları, ailede
itaat kültürü ve özellikle geleneksel aile yapılarında kullanılan fiziksel
cezalandırma yöntemleri olup, kültürün geleneksel değerleri kapsamında,
çocuk istismar ve ihmalini kolaylaştırıcı değerlerdir. O halde diyebiliriz ki, Türkiye’de, çocuk istismarı ve ihmali kapsamına
giren ve evrensel nitelikte olan sorunlar, uluslararası platformda da çocuk
sorunları olarak algılanıp, çözümüne ilişkin uluslararası yasal
düzenlemelere gidilirken, kültürümüzün geleneksel değerlerinden kaynaklanan
istismar ve ihmal türündeki davranışlar, çocuk yetiştirme yöntemleri olarak
görüldüğü için, ulusal düzeyde çocuğa yönelik istismar ve ihmalin gizli
kalmasına neden olmaktadır. Bu durumda yapılması gereken, çağın gereklerine
uygun nitelikte çocuk yetiştirme konusunda aileleri bilgilendirici
düzenlemelerin yapılmasıdır. Bu görev başta devlet tarafından örgün ve
yaygın eğitim kurumları aracılığı ile gerçekleştirilebileceği gibi, aynı
zamanda çocuk istismarı ve ihmali konusunda örgütlenmiş sivil toplum
kuruluşlarının sayısı da arttırılmalıdır. Diğer taraftan, geniş kitlelere
kolayca ulaşabilmenin en uygun yolu olan kitle iletişim araçları özellikle
de televizyon kanalları, bir yandan rating kaygılarını tatmin etmeye yönelik
şiddet içerikli programlardan vazgeçmeli, çocuk eğitimi konusunda
bilgilendirici ve eğitici programlara yönelerek, bu gün toplumumuzda önemli
bir sorun alanı olarak kabul edilen aile içi şiddet ve çocuğa yönelik şiddet
konusunu kamuyu aydınlatıcı ve çözüm önerileri oluşturacak programlarla
izleyicilerinin karşısına çıkmalıdır. Aziz ŞEKER: Gelir dağılımı eşitsizliği, toplumsal gerçekliğin demokratik
hoşgörü açısından kısıtlı olanaklara sahip olması, evsizlik, açlık,
ötekilik, ayrımcılık, işsizlik, madde bağımlılığı, yoksulluk vbg sosyal
sorun yumakları belli toplumsal katmanlarda yoğunlaşıyor. Alt gelir
gurubunda yaşayanlar, gelirsizler, sosyal dışlanmışlığa uğramışlar, yerinden
edilmişler de bu katmanların kaynakları… Evet, karmaşık ve çok yönlü bir
süreç şiddet olgusunu dinamize ediyor gibi... şiddete hangi toplumsal
katmanlarda daha yaygın olarak rastlanıyor? Şiddet daha çok düşük sosyo-ekonomik düzeyde yer alan insanlar arasında
kullanılan bir sorun çözme yöntemi olarak karşımıza çıksa da toplumun her
kesiminde yaygın bir olgu… Sezer AYAN: Şiddetin nedenleri ile şiddetin ortaya çıktığı ortamların
özellikleri arasında sıkı bir ilişki vardır. Yapılan araştırmalar düşük sosyo-ekonomik ve kültürel düzey ile şiddet eylemleri arasında doğrudan bir
ilişki olduğunu göstermekte, gelir düzeyi, işsizlik, eğitimsizlik ve şiddete
kaynaklık eden sosyal kültürel değerlerin varlığı ile bu özelliklere sahip
kişilerden oluşan toplumsal grupların şiddete daha yatkın olduğunu
göstermektedir. Şöyle ki,
özellikle temel ihtiyaçlarını karşılamada sosyo-ekonomik imkânlardan
yeterince yararlanamayan, başka bir değişle bu imkânlara ulaşmada bir takım
engellerle karşılaşan bireyler, ihtiyaçlarını gidermede şiddeti bir araç
olarak kullanma yoluna gidebilmektedir. Hırsızlık, gasp yaralama, cinayet,
darp gibi bireysel düzeyde bireyi hedef alan şiddet eylemleri bunlar
arasında sayılabilir. Bunların yanında etnik köken, mezhep ya da inanç
farklılıklarından dolayı karşılaşılan sosyo-ekonomik, siyasal ve kültürel
engellemeler ise kolektif şiddet eylemlerinin nedenini oluşturmaktadır. Öte yandan, sosyo-ekonomik ve kültürel özelliklerle bağlantılı olarak şiddet
eylemlerine yol açan durumlardan biri de eksik ya da yeterince
sosyalleşememe durumu olmaktadır. Bu iki yönlü bir süreçtir. Yetersiz sosyo-ekonomik
koşullar kadar standartların üstünde sosyo-ekonomik koşullara sahip olmanın
yaratacağı dezavantajlardan biri de mevcut sisteme aykırı davranışlar
sergileyen alt kültür gruplarının ortaya çıkmasıdır. Normalden sapan
davranışlarla mevcut sisteme aykırı tutumlar geliştiren bu grupların elinde
de şiddet, sistemi sorgulamanın ya da sisteme aykırı davranmanın bir aracı
olarak kullanılabilmektedir. Kısaca şiddet ve şiddet eylemleri normalden sapan davranışların ortaya
çıkmasında rol oynayan etkenlerce belirmektedir. Bu durumda, sosyo-ekonomik
imkânların yetersizliği kadar, sosyo-ekonomik anlamda refah içinde olma da
bireysel ya da toplumsal düzeyde yaşanan şiddet eylemlerinin nedeni
olabilmektedir. Ancak, tüm bu yetersizliklerin temel kaynağı, başka bir
değişle sosyo-ekonomik ve kültürel yetersizliklerin yol açtığı düşünülen
nitelikteki sorunların kaynağı siyasi istikrarsızlıklardır. Türkiye’de
siyasi otorite boşluğunun yarattığı bu sorunların, ancak, ülkeyi
yönetenlerin devlet otoritesini yeniden güçlendirerek ve toplumsal bütünlüğü
sağlamada, sosyo-ekonomik koşulları her kesimden insan için eşit derece de
ulaşılabilir yeterli imkânlara kavuşturarak çözümleyebileceğine
inanmaktayım. Krugman, Lenher, Betz ve Freyer işsizlik oranının artmasıyla istismarın
şiddetin ve istismar edilen çocuk sayısının arttığını belirtmişlerdir.
1970-985 yılları arasında istismarcı babaların % 45’inin işsiz olduğu
belirlenmiştir. Morgolis Foran da işsiz babaların çalışan babalara göre üç
kez daha çocuklarını istismar ettikleri sonucuna varmışlardır. Nedeninin de
işsiz ya da ekonomik yetersizlik içinde olan ebeveynlerin streslerini
çocuklarını örseleyebilecek kadar onlara yansıtmış olmalarından
kaynaklandığı belirtilmektedir. Bu durumda ekonomik yetersizlik aile için en önemli stres faktörü olup,
yoksulluk, işsizlik ve borçlanma gibi nedenlerle ortaya çıkabilmektedir.
Çoğu zaman iyi beslenememe, yetersiz ev koşulları, sağlıksızlık gibi
sorunları da beraberinde getirebilmekte, tüm bu olumsuzluklar, başka bir
değişle, ekonomik ve sosyal stres faktörleri, ana babanın dayanıklılığı ve
sabrı üzerinde olumsuz etkiler yaratarak çocuk istismarına neden
olabilmektedir. Ayrıca, ana-babanın eğitim düzeyinin düşük olması, çocuk istismarını ve
ihmalini arttıran etmenlerden biri olmaktadır. Örneğin, Bilir ve
arkadaşlarının yaptığı bir araştırmada, annelerin ve babaların eğitim
düzeyleri yükseldikçe çocuklarını istismar etme oranlarının düştüğü
gözlenmiştir. Hiçbir eğitim almamış annelerin çocuklarını % 36.7, sadece
okur-yazar ve ilkokul mezunu annelerin çocuklarını % 35.5, ortaokul ve lise
mezunu olan annelerin % 19.8 ve yüksek eğitimli annelerinde % 11.6 oranında
çocuklarını istismar ettikleri saptamıştır. Babaların eğitim düzeylerinde de
aynı durum gözlenmiş, hiçbir eğitim almayan babaların % 40.7, sadece
okur-yazar ya da ilkokul mezunu olanların % 36.1, orta ve lise mezunu
olanların % 30.4 ve yüksekokul mezunu babalarında % 16.9’unun çocuklarını
istismar ettikleri belirlenmiştir. Zeytinoğlu ve Kozcu’nun, 441 istismar olayını inceledikleri bir araştırmadan
elde etikleri veriler ise, istismar edenlerin eğitim düzeylerinin oldukça
düşük olduğu, bu kişilerden yalnızca % 24’ünün ortaokul düzeyinin ötesinde
eğitim görmüş oldukları tespit edilmiştir. Aynı zamanda daha yüksek
gelir grubundan gelenler problemlerini özel hekimler aracılığıyla, daha
gizli yollardan çözebilmektedirler. İstismar sorunu belirli bir sosyal
düzeyde bulunanlara ilişkin bir sorun olmayıp tüm toplumda kişilerin sosyo-ekonomik
düzeyi ne olursa olsun görülebilen bir problemdir. Ancak düşük düzeyde
eğitim alan, sık iş değiştiren, sosyal yardım alan ve standart altı evlerde
yaşayan anne babalarda daha sık rastlanmaktadır. Böylece, düşük sosyo-ekonomik
sınıftan ebeveynler çocuklarını cezalandırmada daha sıklıkla fiziksel
yöntemlere başvurmakta, bu istismarın doğrudan bir kanıtı olmamakla
birlikte, çoğunlukla bu ikisi birlikte görülmektedir. Yapılan araştırmalarda, genel olarak, şiddetin var olduğu ailelerde sosyo-ekonomik
seviyenin düşük olduğu, alt sosyo-ekonomik seviyedeki ailelerin orta sosyo-ekonomik
düzeydeki ailelere göre, beş misli daha fazla şiddet içeren davranışlar
gösterdikleri tespit edilmiştir. Türkiye çapında yapılan ve aile içi şiddeti, şiddete uğradığı tespit edilen
mağdur ve faillerin özellikleri açısından inceleyen Sokullu ve Akıncı’nın
araştırmasından elde edilen bulgular, ailenin sosyo-ekonomik özellikleri ile
ailede şiddete uğrama oranı arasındaki ilişkiyi şöyle yansıtmaktadır. Bu
araştırmada özellikle, aile içi şiddetin mali durum ile doğrudan bağlantılı
olduğu ve mali durumun iyileşmesine göre aile içi şiddetin bariz bir şekilde
azalma gösterdiği saptanmıştır. Araştırmaya göre; mali durumu yoksulluk
derecesinde olan ailelerde şiddet % 46.4; orta derecede olan ailelerde %
11.9; iyi derecede olan ailelerde % 21.3 ve çok iyi derecede olan ailelerde
ise % 4.5 olarak saptanmıştır. Ancak üzücü olan durum, ülkemizde her mali
seviyedeki aile içinde şiddetin uygulanıyor olmasıdır. Aynı araştırmada,
faillerin öğrenim durumlarına göre ortaya çıkan sonuçlar ilginçtir. Buna
göre lisans-üstü eğitim hariç okur-yazarlık seviyesi yükseldikçe şiddet
eylemleri de artış göstermektedir. Okur yazar olmayanların % 2.6’sı,
okur-yazar olmakla birlikte herhangi bir okul bitirmeyenlerin % 1.5’i,
İlkokul mezunlarının %24.4’ü, ortaokul mezunlarının % 12.6’sı, lise
mezunlarının % 30’u, üniversite mezunlarının % 27.8’i ve lisansüstü eğitim
alanların da % 0.7’si fail (şiddet uygulayıcısı) olarak tespit edilmiştir.
Bunlardan ise % 17.8’i kadın iken, % 82.2’sinin erkek olduğu
bildirilmektedir. Bu araştırmada aile içinde şiddete uğrayanların
özellikleri ise şöyledir: Aile içi şiddete maruz kalanların yerleşim
yerlerine göre dağılımına bakıldığında, en yüksek oranı gecekonduda
yaşayanlar ile kırsal alanlarda yaşayanların oluşturduğu gözlenmektedir.
Buna göre, metropolde yaşayan ve şiddete uğradığı tespit edilenlerin oranı %
23.2, şehir ilçe merkezinde yaşayanların oranı % 22.5, köy merkezinde
yaşayanların oranı % 18.2, kırsal alanda yaşayanların oranı % 33.3 ve
gecekonduda yaşayan ve şiddete uğradığı tespit edilenlerin oranı da % 70
olarak belirlenmiştir. Bu kişilerin öğrenim durumlarına göre dağılımı ise,
okur yazar olmayanlar % 60, okur yazar olmakla birlikte bir okul
bitirmeyenler % 56.5, ilkokul mezunları % 33.3, ortaokul mezunları % 31.6,
lise mezunları % 22.8, üniversite mezunları % 17.8 ve lisans üstü eğitim
yapan mağdurlarının oranı ise % 9.3 olarak tespit edilmiştir. Sonuçlar,
tıpkı ailenin ekonomik düzeyinin ölçülmesinden elde edilen bulgulara
paralellik gösterir biçimde, okur-yazar olmayanlar ile okur-yazar olup ta
bir okul bitirmemiş olan düşük eğitim düzeyi almış kişiler arasında şiddete
uğrama oranının daha yüksek olduğunu göstermektedir. Ayrıca, bu araştırmada
boşanmış kişilerin % 63.6 ile aile içi de en fazla istismara uğrayan kişiler
olduğu saptanmış, mağdurların % 23.6 ile çok çocuklu ailelerden geldiği
tespit edilmiştir. İstatistikler, bakıma
muhtaç çocukların yaş ortalamasının giderek küçüldüğünü göstermektedir.
ABD’de 2002 yılında yuvalarda bakılan 600 bin çocuktan 1/5’i yaşamlarının
ilk yıllarında bakımevlerine girdiğini göstermektedir. Bu çocuklar
genellikle fakir ortamlardan, aile içi şiddet ve kötü muameleye maruz
kalarak gelmişlerdir. Bu veriler, aile içi şiddet ve kötü muameleye uğrama
riskinin yeni doğan ve küçük çocukluk döneminden itibaren, bu en savunmasız
dönemde bile önemli bir risk haline geldiğinin alarmını vermektedir. Sonuç olarak, ailenin sosyo-ekonomik düzeyinin düşük veya kötü oluşuyla
çocukların şiddete hatta suça eğilimli olmaları arasındaki ilişki
incelendiğinde, bu süreçte daha çok çocuk yetiştirme değerlerinin ve
disiplin yöntemlerinin etkili olduğu gözlenmektedir. Ancak, sosyo-ekonomik
düzeyin düşük ya da kötü olması tek başına çocuğa yönelik şiddetin nedeni
olmamaktadır. Bu yüzden çocuğa şiddet uygulayanların sosyo-ekonomik
özelliklerinin diğer özellikleri ile birlikte değerlendirilmesi
gerekmektedir. Aziz ŞEKER: Gençler neden şiddet içerikli mesajları daha kolay alıcı oluyor;
şiddet uygulayan tipleri model olarak benimsiyor? Gençler hangi değerlere
yabancı yetiştiriliyor ki yabancılaşmış yaşam kanallarına daha kolay
akabiliyor… Yoksa insan yetiştirme düzenimizin çelişkileri mi var? Sezer AYAN: Gençlik dönemi, fiziksel, cinsel ve zihinsel açıdan kendine has
özellikleri ile ergeni zorlayan bir dönemdir. Çünkü çocukluktan gençliğe
geçiş dönemi olan ergenlikte, bedende, duygularda, davranışlarda ve
değerlerde, düşüncelerde, ebeveyn akran grupları ile ilişkilerde, özgürlük
ve sorumluluk hissetmekte hızlı değişmelerin stres ve şaşkınlığın yaşandığı
görülür ve bu dönemde ergenin en büyük ihtiyacı çevreden göreceği destek
olmaktadır. Erikson (1965) tarafından, kişiliğin oluştuğu dönem olarak tanımlanan
ergenlik; çalışma alanının belirlendiği, sosyal konum ve görüşler ile
duygusal bağımsızlığın kazanıldığı ve cinsel rolün biçimlendiği aşamadır.
Ancak, ergen tüm bu alanlardaki seçimine hemen değil, meslekler, karşı
cinsten eşler ve ideolojiler üzerine deneyimler kazanıp, değişik gruplara ya
da eylemlere katıldıktan sonra karar vermektedir. Böylece yeterli bir
ergenlik, birey kimliğini sağlam bir yapıya oturttuğunda ve yaptığı
seçimlerle doyuma ulaştığında oluşmaktadır. Gençlik çağı aynı zamanda, fiziksel, cinsel ve zihinsel gelişmelere bağlı
olarak, bunalımlar, öfkeler, çatışmalar ve kaygılarla birlikte yanılgıların,
bencilliğin, başkaldırmanın sık görüldüğü, bocalama, çelişkiler ve
kararsızlıkların yaşandığı, kısacası olumlu olumsuz tüm duyguların yoğun,
bütün tepkilerin aşırı olduğu bir dönemdir. Ancak, ergendeki belirli
eğilimlerin oluşumunda onun çocukluk döneminde kazandığı duygusal, toplumsal
ve zihinsel uyarılmalarla ilgili yaşantılarının önemi büyüktür. Bu nedenle
aile ortamı içinde yeterli destek ve deneyim fırsatı elde eden ergenler
için, bu dönem daha sakin ve başarılı geçebilirken, çocukluk döneminde
kusurlu gelişim ve benlik yapısının yetersizliğine neden olacak
olumsuzluklar yaşamış ergenlerde, yukarıda sıralanan olumsuzlukların
yaşanması daha şiddetli ve ergeni zorlayıcı biçimde gerçekleşmektedir. Bu olumsuzluklara neden olan gelişmelerin başında ise, ergenin yanlış ya da
eksik sosyalleşmesi, çocukken istismar ya da ihmale maruz kalması ve bozuk
aile yapıları sayılabilir. Sosyal hayatı karakterize eden kültürel değerlerin ergene eksik veya yanlış
aktarımı, toplumsal yapıdan sapan, yabancılaşmış ve çevresine uyum zorluğu
çeken gençlerin yetişmesinde etkili olmaktadır. Daha çok alt ve üst gelir
grubundan gelen gençlerde gözlemlenen bu tür yabancılaşmanın etkileri, bu
gençlerin alt kültür gruplarını oluşturarak topluma baş kaldıran bireyler
haline gelmeleri şeklinde izlenmektedir. Satanistler, Hizbullah taraftarı
gençler, Aczmendi tarikatına üye olanlar, hippiler ve diğer yasa dışı
örgütlere üye gençler bu bağlamda değerlendirilebilir. Bu tür
yabancılaşmanın yanında, istismar ve ihmale maruz kalma ve sağlıklı olmayan
aile ortamlarında yetişmenin gençler üzerindeki olumsuz etkileri ise
gençlerin, kendilerini ihmal ya da istismar eden ebeveynlerini model alarak
onları taklit etmesi şeklinde belirmektedir. Yapılan birçok çalışma,
çocukluğunda şiddete uğrayan bireylerin yetişkinlikte şiddet uygulayıcısı
olma olasılığının yüksek olduğunu ortaya koymaktadır. Özellikle toplumda
suça itilmiş bireylerin geçmiş aile yaşantıları incelendiğinde bu kişilerin
çocukluğunda ya da gençliğinde aile içinde özellikle de aile üyeleri
tarafından şiddete uğradıklarına dair pek çok kanıt elde edilmiştir. Kısaca, sağlıklı bir kişilik gelişiminde ergenin biyolojik özellikleri kadar
içinde bulunduğu ortamın sosyo-ekonomik ve kültürel koşulları da etkili
olabilmekte ve geniş anlamda bireyin etkileştiği ve etkilendiği kişi, kurum
ve kuruluşlar bu süreçte önemli rol oynamaktadır. Aile, okul, arkadaş
grupları, kitle iletişim araçları vb. bunların başında gelenlerdir. Tüm bu
kurum ve kuruluşlara düşen görev ise toplumsal değerlerin doğru bir şekilde
bireye aktarılmasında rehber olabilmek ve böylece toplumsal yapıya uyumlu
bireyler yetiştirmeye hizmet etmektir. Aziz ŞEKER: İnsanlar öyle gelişmeler yaratmış ki, yoğun çabalar harcayıp
uygarlığı bir ilerletmiş ki, insanlık zenginlikleri bir yerde artarken diğer
tarafta zulüm, sevgisizlik, şiddet olayları da çoğalmıştır. Hem de modern
araçlarla ve de çoğunluk azgelişmiş ülkelerde… Sezer AYAN: Siyasal şiddet, iktidara muhalefet güç odaklarının kendi
iktidarlarını kurma hevesleri uğruna şiddeti bir araç olarak kullanması
şeklinde tanımlanabilir. Bu odakların temel amacı, iktidarı mevcut politika
ve uygulamalarıyla halkın gözünde küçük düşürmek ve böylece yarattığı
muhalefet kitlesini kendi yanına çekecek şekilde yürürlükteki iktidara karşı
ayaklandırmaktır. Bu aslında uluslararası ve ulusal düzeyde güdülen benzer
bir politikadır. Uluslararası güçler, bu uygulamada hedef olarak ülke
bütünlüğünü bozucu biçimde etnik ya da dinsel azınlıkları güdeleyen
politikalar izlerken, ulusal muhalefetin girişimleri daha fazla vaatte
bulunma ve mevcut iktidarın eksik yönlerini açığa çıkarma ve vurgulama ya da
temel ideolojisini kötüleme biçiminde olmaktadır. Bu amaçlar aynı zamanda,
bir toplumda, diğerlerine göre bir takım olanaklardan daha az faydalanma
imkânı bulabilen kesimleri kullanarak gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır. Bir devleti yok edebilmenin başlıca yollarından biri ülkede istikrarsız bir
güven ortamı yaratmaktır. Bu istikrarsızlığı geliştirmenin en güzel yolu
ise, Evcimen’in (1979) belirttiği gibi, yığınları sindirmek ve sindirilen
yığınları sahipsiz kaldıkları inancına yöneltmektir. Bunun yanı sıra,
düzenin korunmasından yana olan güçlerinde, çeşitli çevreleri kışkırtarak,
onları güçlü bir yönetime çağrı çıkarttıracak şiddet eylemlerine itmeleri
ise madalyonun öbür yüzüdür. Bu açıklamadan hareketle siyasal şiddet, devlet şiddeti ve devlete karşı
şiddet olarak iki biçimde ele alınabilir. Devlet şiddeti, kendi ideolojisini halka benimseterek iktidarını
meşrulaştırmaya çalışan iktidar odaklarının, yönetimin biçimine göre kimi
zaman polis, jandarma gibi baskıcı devlet aygıtlarını kullanarak, kimi zaman
ise ideolojik (eğitim kurumları, dini kurumlar, sendikalar, kitle iletişim
araçları vb.. gibi) devlet aygıtlarıyla muhalefeti sindirmeye ve çaresiz
bırakmaya yönelik eylemleri olarak tanımlanabilir. Ve çoğu zaman bu
uygulamalar toplumsal düzende adalet ve barışı sağlama adı altında
meşrulaştırılmaya çalışılır. Devlete karşı yöneltilen şiddet eylemlerinin temelinde ise ulusal ve
uluslararası güç odakları başrolde ve çoğu zamanda işbirliği içindedir. Bu
gün uluslararası sermayenin uyguladığı temel politikalardan biri, az
gelişmiş ya da geri kalmış toplumları ulusal birliklerini yıpratacak
sorunlar içine çekerek parçalamaya çalışmak, ırkçı, etnik ve dinsel ayrım
çelişkileri yaratarak bu ülkelerin ekonomik, kültürel ve sosyal anlamda
gelişmelerine engel olmak ve kendilerini ekonomik ve siyasal anlamda daha
güçlü kılmaktır. Bir zamanlar sömürgecilik adı altında uygulanan ve kimi
ülke vatandaşlarını asimile politikalarıyla kendi kültürlerinden
uzaklaştırarak onların gelişmelerine engel olan gelişmiş uluslar (bu sıfat
böylece nitelik değiştirmiştir), bu günde onları kendi kültür potaları
içinde tutmaya çalışarak ulusal sınırları aşmalarına ve hatta onları kendi
içlerinde daha da parçalayarak küçültmeye çalışmaktadırlar. Küreselleşme denilen kapitalist yenidünya düzeninin yandaşları, bir başka
değişle uluslararası sermayeye gücünü veren kesim ise, ulusal sınırlar
içinde sermaye sahipleri, etnik ve dinsel azınlıklar olmaktadır. Böylece her
iki kesim farklı amaçları uğruna, fakat ortak bir noktada (ulusal birliği
yıkma noktasında) buluşarak birlikte hareket etmekte ve amaçlarına en kısa
yoldan ulaşabilmek içinde şiddeti bir araç olarak kullanmaktadırlar. Aziz ŞEKER: Şiddet katılımcı-çoğulcu demokrasi olanaklarının yetersizliği,
insan haklarının içselleştirilememesi, piyasa ekonomisinin artırdığı
sorunlarla da derinleşiyor gibi… Sezer AYAN: Atatürk Türkiye Cumhuriyetini kurup, bir takım devrimlerini
gerçekleştirirken, hiçbir vatandaşını sen şu etnik kökenden geliyorsun ya da
sen şu inancı taşıyorsun gibi yargılarla dışlamamış, temel ilkelerini T.C.
sınırları içerisinde T.C. vatandaşı olarak kalmayı ya da yaşamayı kabul eden
herkese eşit olarak sunmuştur. O, mücadelesini ulusal birliği bozmaya
çalışan her kesimden (Türk kökenlilerde dâhil) insana karşı vermiştir.
Nitekim üç kıtada hâkimiyet kuran Osmanlı İmparatorluğu, sonunu, bir takım
kesimlerden destek bulduğu ilk fırsatta mezhep ve etnik köken ayrımcılığı
güden kendi vatandaşlarına borçludur. Atatürk’ü ulusal birliği sağlama adına
verdiği mücadeleler yüzünden bir diktatör olarak yorumlayanlar, bu gün kendi
diktatörlüklerini kurabilmek adına insanlığa yakışmayacak şiddet eylemleri
içine girmişlerdir. Kadın, çocuk, yaşlı demeden bu en masum kesimi hedef
alan terör eylemleriyle, onları ve masum diğerlerini acımasızca katledenler,
inanç ve etnik köken ayrımcılığı adı altında birbirlerine düşürdükleri
insanların kesesinden daha da zengin olmaya çalışan emperyalist güçlerdir.
Bu noktaya parmak basmak istiyorum. Siyasal şiddet, farklı mezhep ya da
etnik kökenden gelen bir avuç azınlığın kendi mücadelesiymiş gibi gösterilse
de, bu uluslararası alanda daha fazla maddi güç sağlamayı her türlü illegal
yoldan elde etmeye çalışan güçlerin bir kışkırtmasıdır. Bu sorunların
yaşanmasında devletin payı ise, uluslararası sermaye ile işbirliği içindeki
ulusal güç odaklarının etkinliği ve etkisi ile bölgeler arası dengesizliği
giderici politikaları uygulamaya hâlâ geçirememiş olmasıdır. Ve bu
yapılmadığı sürece de, yani bölgeler arası dengesizlik giderilmediği sürece,
siyasal şiddet Türkiye’de en büyük sorun olmaya devam edecektir. Bu konuda
geçici çözümler üretmek, şiddete şiddetle karşılık vermekten ziyade, terörün
yaşandığı bölgelerin sosyo-ekonomik ve kültürel bağlamda geliştirilmesi ve
ülkenin bir ucuyla diğer ucu arasındaki gelir dağılımının insana yaraşır
biçimde eşit kılınması gerekmektedir. Bu noktada hepimize görev düşmektedir. Bu
görevlerin gerçekleştirilmesi ulusal birliği koruma adına şüphesiz, Atatürk
ilke ve devrimlerine yakışır bir anlayış içinde ve bu ilke ve devrimlerden
hiçbir şekilde taviz vermeden mümkün olacaktır. Aziz ŞEKER: Sevgili Sezer teşekkürler… |
|
|