Söyleşilerimiz,sitemiz adına editörümüz ve yazarımız Aziz ŞEKER tarafından gerçekleştirilmiştir. |
|
|
|
|
||||
Mesleğimin de etkisiyle çalışma yaşamındaki riskli gruplara, kadın, çocuk
istihdamı, ayrımcılık, değişen çalışma ilişkileri ve hakların geliştirilmesi
gibi konulara duyarlı oldum. Çalışma ilişkilerinden hareketle sosyal
politikaya ilişkin düşüncelerimi gazete ve dergilerde paylaşıyorum. Ayrıca,
1985 yılından bu yana mesleki dergilerde iş hukukuna ilişkin yayınlanmış
altıyüzün üstünde makalem bulunmaktadır. Çocukların çırak olsun çocuk ya da genç işçi olsun yoğun olarak çalıştıkları
alanlardan biri de tekstil sektörüdür. Ancak, usta-çırak ilişkisini
düzenleyen Meslek Eğitimi Kanunu uyarınca çıraklık eğitiminin yapılacağı
alanlara bakıldığında her türlü zanaat işinde çırak adı altında çocukların
çalıştırılabileceği görülecektir.
Doğan KESKİN: Çocuğun çalışmasının genel olarak yoksulluktan kaynaklandığını
söylemiştim. Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesine göre 18 yaşına
kadar olan herkes çocuktur. Çalışanlarda asgari yaş sınırını düzenleyen 138
sayılı Uluslararası Çalışma Sözleşmesine göre de 18 yaşına kadar herkes
çocuktur ve bunların çalıştırılmaması esastır. Bu nedenle, daha önce de söylediğim gibi, İş Kanunu düzenlenirken, ülke gerçekleri istisnasından hareketle, 15 yaşını doldurmuş olanların çalışmasına izin verilmiştir. Ancak, bununla yetinilmemiş, ilköğretimini bitirmiş olmaları, bedensel ve ruhsal sağlıklarını, ahlaklarını bozmayacak hafif işlerde çalıştırılması kaydıyla 14 yaşını doldurmuş olanların da çalışmasına izin verilmiştir. Bu düzenlemeler, Türkiye’nin 1989 yılında kabul ettiği Avrupa Konseyi Avrupa Sosyal Şartı’nın, “Çocukların ve Gençlerin Korunma Hakkı” başlıklı 7. maddesine de uygunluk göstermektedir (RG:14.10.1989/20312). Diğer taraftan, Meslek Eğitimi Kanunu ile ilköğretimini ve 14 yaşını
bitirmiş çocuklara çırak olarak çalışabilme izni verilmiştir. Böylece, 14
yaşını bitirmiş olma koşulu çocukların, işçi veya çırak olarak çalışabilmesi
için en alt çalışma yaşı olarak belirlenmiştir (3308 sk.m.10). Uluslararası Çalışma Örgütü tarafından benimsenmiş pek çok sözleşme ve
tavsiyeler iç hukuka aktarılmış, çeşitli yasalarda bunlara bağlı
düzenlemeler yapılmıştır. Görüleceği üzere, ülkemizdeki çıraklık olsun, çocuk işçiliği olsun, çocuğun çalıştırılmasında uluslararası standartlardan uzak kalınmamıştır. Ama en alt düzeyde uyumun sağlandığı açıktır. Çocuğun, işçi veya çırak olarak çalışma yaşamında yer almasının asgari
düzeyde de olsa sağlanmasına en büyük katkının, ilköğretimin sekiz yıla
çıkartılmasıyla gerçekleştiği açıktır. Bu nedenle, temel eğitimin süresi
arttıkça, mesleki eğitimin önemi anlaşıldıkça ve fonksiyonel bir nitelik
kazandıkça, çalışma yaşının giderek yükselmesi beklenebilecektir. İş Kanununda olsun, çıraklık konusunu düzenleyen Meslek Eğitimi Kanununda
olsun, çalışma yaşıyla ilgili düzenlemeler dışında da önemli kurallar
bulunmaktadır. Çocuk ve genç işçilerin dinlenme saatleri de yetişkinlere göre farklı düzenlenmiştir. Örneğin 7.5 saate kadar çalışılan işlerde, yetişkinlere yarım saat ara dinlenmesi verilirken çocuk ve genç işçilere bir saat; yetişkinlere günde 12 saat aralıksız dinlenme hakkı verilirken çocuk ve genç işçilere 14 saat; yetişkinlere 24 saat üzerinden hafta tatili verilirken çocuk ve genç işçilere 40 saat üzerinden hafta tatili verilecektir. Yıllık ücretli izin hakkı, beş yıla kadar kıdemi olan yetişkin işçilere 14
gün üzerinden verilirken, 18 yaşın altındaki çocuk ve genç işçilere 20 gün
üzerinden verilecektir. Çıraklık statüsünde çalışanlara ise okulların tatil
olduğu aylarda 30 gün üzerinden verilecektir. Yine çocuklara yer altı ve su altı işlerinde iş gördürülemeyecektir. Ancak, bu düzenlemeler yasal boyutta olup ne ölçüde hayata geçtiği noktasına
gelindiğinde, yetişkinler için yasalarla konulmuş düzenleyici hükümlere
uyulma ölçüsü ne ise, çocuk çalışanlar için de aynı ölçüde yaşanmaktadır.
Çocukların çalışma yaşamından uzaklaştırılabilmesi için öncelikle, aile
gelirlerinin yükselmesine, evde babadan sonra çocuk yerine kadının
çalışmasını sağlayacak tutum değişikliğinin sağlanmasına, mesleki eğitim
sisteminin fonksiyonel bir biçimde hayata geçmesine, temel eğitim süresinin
uzatılmasına, üretimde çocuk emeğinin bulunmasını ödüllendirmeyen
uluslararası işbirliğine v.b uygulamalara gereksinim bulunmaktadır.
Diğer taraftan, yasal asgari ücret, 16 yaşın altında ve üstünde olanlara
göre farklı belirlenmektedir. Çocuğun çalışma yaşamından uzaklaştırılması
yaklaşımının tam aksi bir düzenlemedir. Bu uygulamanın, çocukların vasıfsız
işlerde ucuz emek olarak değerlendirilmesini kaçınılmaz olarak gündeme
getirdiğini, teşvik bile ettiğini söylemek hatalı olmayacaktır. Çocuk işçilerin eğitimlerinin aksatılmaması, bunun için eğitime devam eden
çocuk işçilerin çalışma sürelerinin günde 2 saat, haftada 10 saati geçmemesi
İş Kanununda belirtildiği halde, bu kurallara uygun hareket edildiği
söylenemeyecektir(4857 sk.m.71) Kadın işçinin istihdamının erkeğe göre daha az olmasının çeşitli temelleri
var. Bunların başında eğitim geliyor. Eğitimin daha az olmasının temelinde
ise, kültürel olarak kadının yeri bulunuyor. Nitekim çocuk işçiliği konusuna değinirken de söyledim. Ev halkında birinci
derece çalışan “baba”, ikinci derece de ise “çocuk” tur. Yani, kadın yerine
babadan sonra çalışan kişi çocuk oluyor. Hatta evlilik öncesindeki yaşlarda
kız çocukları çalışırken evlenme yaşına geldiklerinde onlar da çalışma
yaşamından uzaklaşmaya başlıyorlar. Şu halde, kültürel nedenlerle kadının özellikle evli kadının çalışmasının
istenmemesi, kız çocuklarının daha az eğitilmesi, kadının çalışma yaşamında
yer almasını azaltmaktadır. Bu nedenler, daha başta yani istihdam edilme aşamasında kadına ayrımcılık
uygulanmasına sebep olmaktadır. İstihdama girişte cinsiyete dayanan
ayırımcılık, işe alındıktan sonra bu kez, çalışma koşullarından, ücretlere
kadar ayırımcılığın gündeme gelmesine neden olmaktadır. Hatta aynı
ayırımcılık sözleşmenin feshinde de yapılmakta, öncelikle kadınların işine
son verilmektedir. Bu nedenlerle başta, Anayasanın 10. maddesinde cinsiyet ayırımcılığı
engellenmek istenmiştir. Buna göre, kadınlar ve erkekler eşit haklara
sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlü
kılınmıştır. İş Kanununda ise, “eşit davranma ilkesi” başlığı altında yapılan düzenleme
ile cinsiyet ayırımcılığı önlenmek istenmiştir (m.5). Buna göre; biyolojik veya işin niteliğine ilişkin sebepler zorunlu
kılmadıkça, bir işçiye, iş sözleşmesinin yapılmasında, şartlarının
oluşturulmasında, uygulanmasında ve sona ermesinde, cinsiyet veya gebelik
nedeniyle doğrudan veya dolaylı farklı işlem yapılamayacaktır. Eşit davranma ilkesine göre, aynı veya eşit değerde bir iş için cinsiyet
nedeniyle daha düşük ücret kararlaştırılamayacaktır. Kadın işçi, geleneksel yükümlülükleriyle birlikte iş hayatını yürütmek
istediğinden, kısmi süreli işlerde ve bunun bir türü olan evde çalışmayı
tercih etmektedir. Başta Anayasa olmak üzere, ayırımcılığı önlemek üzere Türk Ceza Kanununa ve
İş Kanununa konulan hükümlerin yeterli olduğu söylenemeyecektir. Ev eksenli çalışanların ezici çoğunluğu kadınlar olduğundan, evlerde her
türlü denetimden uzak, sağlık ve güvenlik koşullarının çok ötesinde
gerçekleşen üretimin, başta çocuklar ve yaşlılar olmak üzere ev halkının
tümünün sağlık sorunları yaşamasına da neden olacağı açıktır. Hatta
genellikle parça başı ya da götürü usulde ücretle çalışıldığı için evde
çalışan kadın işçiye yardım adı altında evdeki çocukların da çalışması başka
sorunların da ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Bu nedenle, salt ayırımcılığı yasaklayan düzenlemelerle bu sorunun
giderilebilmesi olanaklı görülmemektedir. Kadın işçilerin karşı karşıya
kaldıkları istihdam sorunlarının çözülmesi için yürütülecek çalışmaların,
genel istihdam sorunlarının da çözümlenmesine katkı vereceği
düşünülmektedir. Orijinal karşılığı olarak kullanılan “mobbing” kavramı, psikolojik şiddet,
baskı, kuşatma, taciz, rahatsız etme veya sıkıntı verme anlamında
kullanılmaktadır. Ülkemizde öğreti ve yargıda bu kavramın “psikolojik
taciz”olarak karşılık bulduğu görülmektedir. Ancak son zamanlarda
“psikolojik yıldırma” ifadesi de kullanılmaya başlanmıştır. Mobbing karşılığı olarak kullanılan psikolojik tacizin belirleyici
özellikleri: kasıtlı olarak yapılması, sistematik olarak tekrarlanması ve
uzun bir zamandan beri devam ediyor olmasıdır. Bu nedenle kişiler arasında
yaşanan anlık darb, hakaret gibi olumsuz davranışlar psikolojik tacizin
konusu değildir. İş Kanununda, psikolojik taciz konusunda henüz doğrudan bir düzenleme
bulunmamaktadır. Ancak, öğretiden ve yargıda verilmeye başlayan kararlardan
anlaşılacağı üzere en yaygın olanı, yönetim stratejisi olarak çalışanlara
karşı uygulanan psikolojik tacizdir. İşyerinde psikolojik tacize uğrayanların %43.9’u bu nedenle hastalanmakta,
geriye kalanların yarısı da altı haftadan uzun süreli bir hastalığa
yakalanmaktadır (Nuray Gökçek Karaca-AB ülkelerinde işyerinde psikolojik
tacizin boyutları, psikolojik tacizle mücadele ve sendikaların rolü- Çimento
İşveren Dergisi-Eylül 2009 Sayı 5, Cilt 23, s. 31). Çalışma yaşamında psikolojik taciz (mobbing), mağdurun psikolojisini bozan,
sağlık sorunlarıyla karşı karşıya bırakan yanıyla fark edildikten sonra,
önlenmesi gereken bir suç olarak algılanmıştır. Sağlığı bozan yönüyle,
psikolojik taciz genellikle iş sağlığı ve güvenliği konusu olarak ele
alınmaya başlamıştır. Finlandiya’da 2000 yılında yürürlüğe giren İş Güvenliği ve İşçi Sağlığı
yasasına fiziksel şiddet yanında psikolojik şiddet de dâhil edilmiştir. Danimarka’da 2004 yılında hazırlanan yasa tasarısına, psikolojik taciz
sonucunda ortaya çıkan psikolojik rahatsızlıklara ilişkin önlemler
eklenmiştir. Almanya’da bir meslek hastalığı olarak kabul edilen mobbing olgusuna maruz
kalmanın getireceği tüm masrafları, işveren karşılamak zorundadır. Mobbing,
Almanya’da erken emeklilik nedeni sayılmaktadır. İtalya’da, bölgesel olarak mobbing karşıtı yasalar yürürlüğe girmiş ve
psikolojik şiddet nedeniyle ortaya çıkan rahatsızlıklar iş kazası kapsamına
alınmıştır. İş Kanununda henüz psikolojik tacizle ilgili yapılmış doğrudan bir düzenleme
olmamakla birlikte, psikolojik tacizin bazı sonuçları dolaylı olarak İş
Kanununda karşılık bulabilecektir. İşte tam da burada, işçinin rızası dışında görev yerinin değiştirilmesi,
daha alt bir işi görmesinin istenmesi gibi yaklaşımlar, İş Kanununda
“çalışma koşullarında esaslı değişiklik” (m. 22); işyeri uygulamalarından
yararlandırmada, terfide, ücrette, fesihte ayırımcılık yapılması, “eşit
davranma ilkesi”(m.5); işten çıkarma uygulaması, “iş güvencesi” bağlamında
değerlendirilebilecektir (m.18-21). Yine işverenin, işçinin veya ailesi üyelerinden birinin şeref ve namusuna
dokunacak şekilde sözler söylemesi, sataşması, gözdağı vermesi veya
davranışlarda bulunması veya işçiye cinsel tacizde bulunması veya işçi
hakkında şeref ve haysiyet kırıcı asılsız ağır isnat veya ithamlarda
bulunması halinde, iş sözleşmesinin işçi tarafından haklı nedenlerle
feshedilebilmesi olanaklı kılınmıştır (m.24/II). Psikolojik taciz, işçinin sağlığını olumsuz yönde etkileyen sonuçlar
verdiğinden, işçiyi gözetme borcu bağlamında işverenden önlem alması
istenmeli, önlem almayan işveren hakkında idari ve adli şikâyet yolları
denenmelidir (4857 sk.m.77). Görüldüğü üzere, psikolojik taciz konusunda doğrudan bir düzenleme olmamakla
birlikte, sonuçları itibarıyla İş Kanunundaki bazı düzenlemeler devreye
girebilecektir. Psikolojik tacize uğrayan işçiler, söz konusu yasal
haklardan hareketle psikolojik tacize karşı koyabilme olanağı
bulabileceklerdir. Nitekim iletişim ve ulaşım teknolojilerinde yaşanan devrim niteliğindeki
değişim, üretim biçimini değiştirmiş, düne kadar, ulusal sınırlar içinde
genellikle iç piyasaya dönük üretim biçimi sınırları aşarak
küreselleşmiştir. Üretim, küresel rekabetle karşı karşıya kalmıştır. Artık,
alınacak mal veya hizmet nerede ucuz ve kaliteli ise ve tabi istenen miktar,
istenen zamanda temin edilebiliniyorsa, oradan alınabilmektedir. Çarpıcı
biçimde örneklendirilecek olursa, komşunun ürettiğinden daha kaliteli ve
ucuzsa o mal komşu yerine dünyanın herhangi bir ülkesinden
getirtilebilmektedir. Böyle olunca, sipariş olduğu sürece üretim yapılacak yoksa
üretilemeyecektir. Alıcısı belli olmadıkça artık stoka üretmek de olanaklı
değildir. Uluslararası Çalışma Örgütü tarafından geliştirilen
sözleşmeler, tavsiyeler ve Avrupa Birliği yönergeleri bu gelişmelere öncülük
etmektedir. Bundan hareketle çalışma hayatında ortaya çıkan yeni çalışma biçimleri de
zaman içinde güvenceli standartlara kavuşturulacaktır. Bu arada sendikal örgütlenmenin önemine değinmek isterim. Esasen, sendikal örgütlülüğün güçlenebilmesi için, ücret sendikacılığı ile
yetinilmemesi, üyelerin yaşam alanlarına gidilmesi, onların ve ailelerinin
sorunlarıyla yakından ilgilenilerek bir anlamda sosyal hizmet
uygulamalarında bulunulmasına çalışılması gerekmektedir. Menfaat grevleri
dışında, hak grevleri, dayanışma grevleri için yasal zeminin oluşturulması
ısrarla istenilmelidir. Sendikal örgütlenme ve faaliyetleri yasal anlamda
desteklenmeli bunun zemininin oluşturulabilmesi için güçlü ve yasal
destekler sağlanabilmelidir. Kayıt dışılık, günümüzde yaşanan sorunların başında gelmektedir. Elbette
aktüeryal dengenin tutturulabilmesi için emeklilikte yaş sınırının
matematiksel hesaplanması gerekli olsa bile, kayıt dışılıkla etkin bir
şekilde mücadele edilmedikçe, hesaplamaların yaş sınırına başka bir
söyleyişle, prim gün sayısının arttırılmasına bağlı kalması kaçınılmaz
olacak bu da, sosyal güvenliğin yaygınlaşmasını önleyecektir. Çocukların çalışma yaşamından uzaklaştırılması politikalarına ısrarla yer
verilmesi, BM Çocuk Hakları Sözleşmesi ile Asgari Çalışma Yaşını belirleyen
138 sayılı Uluslararası Çalışma Sözleşmesinde benimsendiği üzere 18 yaşına
kadar herkesin çocuk olarak değerlendirilerek çalışma yaşamından
uzaklaştırılmasının esas olduğu yaklaşımı yönünde çalışılması gerekmektedir. Temel eğitimin (ilköğretimin) 8 yıla çıkarılması nasıl çocuğun çalışmaya
başlama yaşını ötelemekte yararlı olmuşsa, konuşulmaya başlandığı ve bazı
ülkelerde uygulandığı üzere temel eğitim süresinin oniki yıla çıkarılması da
çocuğun çalışma yaşamına daha geç girmesine olanak verecektir. Sorunları saymakla bitirmek olanaklı değil. Son olarak kadın çalışmasında
yaşanan sorunlardan söz etmek kaçınılmaz olarak ortaya çıkıyor. Çalışma
yaşamında cinsiyet ayırımcılığının önlenmesi yönünde etkinliği arttırmak
üzere pozitif ayırımcılık yaklaşımına yer verilmesinin yerinde olacağı
düşünülmektedir. |
|
|