“Hiçbir yere ait değilim, ama bunu olduğu gibi sindirmeyi
başardım. Bunu pek dert etmiyorum. Kimi zaman fazla bir
seçeneğiniz olmuyor.
Edward Said
Günümüz insanı mutlu değil. Mutsuzluğunun kökleri
derinlerde. İnsanoğlu için ufukta görünen bir mutluluk
adası yok. İnsan varlığını biçimlendiren yüzyılların
teorisi, yeniden mi ele alınmalıdır? Ele alanlar var. Yeni
şeyler söyleyenler. Üretenler. Ama mutsuzluk iklimi
dağılmadı. Dağılmıyor. Üstüne insansızlaşma, hüzün, acı ve
envai türde sosyal sorun çoğaldı. Dünya mutsuz insanın
elinde bir ateş topuna döndü. Kötülerin ve akılsızların
güçlü dünyasındayız. İnsanlığı barışa, mutluluğa, adalete,
çoğulcu bir demokrasiye götürecek “akıl, akıl, akıl!” diye
bir ses yükseliyor ölümlülerin toprağından. Duyanlar da
sessiz. Ne yapmalı?
*
Foucault, Bilginin Arkeolojisi’nde “ve elbette yeni teorik
yapılar inşa edilebilir” diyordu. Bunu söylerken uzun
soluklu bir 19. yüzyıl değerlendirmesi yapmıştı. Nedir 19.
yüzyıldan çektiğimiz? Hal gösteriyor ki çekmeye devam
edeceğiz. Neden mi? Yanıtımız gün gibi ortada.
Sanayileşmedir bu yüzyılın insanlığa sunduğu dinmeyen baş
ağrısı. Bununla gelen endüstri toplumudur. Bunun da
üstyapısı; düşünce okulları, toplumsal muhalefet
hareketleri, milliyetçilik, sosyalizm, laiklik, sosyal
demokrasi, insan hakları, sosyal teori, felsefe ve bilim
alıp başını gitmiştir. Bu yüzyılın birikimini doğru
okursanız önünüzdeki yüzyıllarla ilgili yapacağınız
analizler bir anlam görür. Bu açıdan unutulmamalı ki, 20.
yüzyıl da hep çalışılmaya değer gelişmelere sahiplik
yapmıştır. Sınırlandırıp değerlendirmeye başlarken
belirtelim ki pek çoğumuzun kabul ettiği gibi sosyal
çalışma 19. yüzyılın toprağında kök salmış bir 20. yüzyıl
disiplinidir.
İşte Emrah Akbaş, Sosyal Çalışmada Eleştirel Perspektifler
adını verdiği yeni çıkan kitabında her iki yüzyılın
aynasından başlıyor var olan sosyal çalışma kuramı üzerine
tartışmaya. Kitaptan edindiğimiz, yazarının bu yüzyıllar
konusundaki metin okumalarından ve bilgisinden yola
çıkarak, kitabın sosyal teorinin önemi üzerinden
örgülenmiş olduğu gerçeğidir. Ayrıca eleştirel bir
geleneğin gerekliliğinin yanında sosyal çalışmadaki
genelci yaklaşımın açmazları üzerinde duruyor. Yazar
ısrarla sosyal teorinin önemini vurguluyor, sosyal çalışma
teorisinin yetersizliğinin altını çiziyor. Sosyal çalışma
ve sosyal teori arasında sağlıklı bir ilişki kurulmak
zorunda. Ancak Türkiye’de reel bir sosyal çalışma teorisi
yok, ne sosyal teoriyle doğru bir ilişki kurabilmiş ne de
sosyal politikayla arasında sağlam bir köprü olan. Doğru
da söylüyor. Yazarın sözünü ettiği gibi, sosyal teorinin
merkezi sorunlarıyla sosyal çalışmanınkileri arasında fark
yok ki! Kitabı okuduktan sonra Gulbenkian Komisyonunun
Sosyal Bilimlerin Yeniden Yapılanması Üzerine Raporunu
birkez daha okuma gereksinimi duydum. Akbaş’ın kitabı ne
diyor biliyor musunuz, sosyal çalışma politiktir;
radikalizedir. Bundan uzak durursa körleşir. Akbaş’ın bu
okuma üzerinden pozitivizme itirazı var. Bilimi bilenler
için haksız sayılmaz.
*
İnsanların korkuları, kişiliklerini ve kimliklerini ele
verir. Sosyal çalışmanın korkuları var mıdır? Kuşkusuz
vardır. Aslında sosyal çalışmayı, işleyen, ona yön
verenlerin korkuları dersek daha yerine oturtmuş oluruz.
Bir örnek vermek isterim: 12 Eylül darbesini yapmış
cuntacı bir generalin o yılların tek sosyal hizmet
bölümünün 25. Kuruluş Yıldönümünde saygı ve sevgi
kutsallığı içinde karşılanması, sosyal çalışma için
azrailin düdüğünün öttüğü gündür. Sosyal çalışmanın temel
parametresi olan insan hak ve özgürlüklerinin çiğnendiği
zor yılların cunta liderine dönemin sosyal hizmet
akademisyenlerinin, uygulayıcılarının yaklaşımı bu
disiplinin ve mesleğin devlet eliyle kurulmuş bir “adli
tıptan” farkının olmayacağını gösteriyordu. O davet “en
onurlu ve en değerli bir anı” olarak kalmıştır okulun
sayfalarında. Yağcıları, şakşakçıları, dedikoducuları,
ödlekleri, yüzsüzleri, dönekleri, kuyu kazıcıları, çanak
yalayıcıları, tırnak öpücüleri, dost kanı içenleri,
düşünemeyenleri, dürüst olmayanları çoktur sosyal
bilimlerin; dahası sosyal çalışmanın. Demokrasiyi korumak
sorumluluğumuz var. Hele hele sosyal çalışma gibi bir
disiplinin aktörlerine bu nedenle o görüntü hiç yakışmadı.
İnsan ve adalet odaklı bir disiplinin bunaldığının
resmidir. Dönemin okulunun akademik dergisini açın bakın,
söylediklerim daha iyi anlaşılacaktır. Acı olansa
özeleştirisini veren çıkmadı. Dönemin asistanları şimdinin
profesörleri dahil buna! Oysa Max Horkheimer’in her
okuduğumda başımı döndüren Akıl Tutulması kitabında dediği
gibi, “hurafeleri çürüten eleştirel güç, düşünme
yetisiydi; öznel bir yeti…” İşte o tarihte sosyal hizmet
(sosyal çalışma)’in üzerine ürün vermez toprak serpildi.
Artık küreselleşmeyle, postmoderniteyle, kültürel
çoğulculukla, eleştirel bakışla işi olmayacaktı. Bunları
ağzına alanların göreceği ceza ise dışlanmaktı,
ötekileştirilmekti. Ne var ki irfan mektebi doğruyu her
dem nabzında tutar, zamanı geldiğinde söyler. Bizim
mektebin kanı dürüst akar. Gitsin bakalım bir dönem daha,
cevahir pazarında satıla, saçıla dursun boncuklar. Ne
oldu, şimdilerde eleştirel çalışmalar birbir yapılıyor.
Yazmak bilinciyle işe koyuların sayısı az olabilir ama
yaptıkları iş, tarihin değerini bilen için önemlidir. En
azından benim için önemli olması da bir kazançtır.
*
Akbaş’ın kitabında entelektüel bir kavrayışın dokunduğu
cümlelerle sosyal çalışma açısından her an farklı
olgularla yüzleşebiliyorsunuz. Eleştiri, unutulmuş
geleneksel rolünü yerine getiriyor bir ölçüde. Yazar,
yanılsamayı değil, gerçekliği işliyor. Yeni bir
anlamlandırma uğraşı yok, gerçeği fark etmenin bir
başlangıç olabileceğini belirtiyor. Sosyal çalışmanın
kendi gerçekliğini görebilmesi, gelişim için yaşamsal bir
güç. İşte Akbaş bu minvalde inandırıcı, bütünleştirici.
Yer yer hem estetik anlamda hem de düşünce anlamında
sağlam bir diyalektik söz konusu. Belki modernite ve
postmodernizm metin okumaları yapmayanlar için baş ağrıtan
bir kitap olarak değerlendirilebilir. Çözümlemek için
teorik donanım gerekiyor. Ancak, şunu da bilelim ki az
önce sözünü ettiğim iki olgu hakkında hatırı sayılı
bilgisi olmayanların sosyal çalışma bağlamında teorik
tartışmaların içine giremeyeceğini belirtmek isterim.
Akbaş’ın kaleminde Nietzsche vari, ilerleme ve moderniteyi
reddedici düşünce üzerine temellendirme girişimi yok.
Değer sökümcü olmaktan çok, bir teorinin oluşturulmasında
geleneğin eleştirel olarak hem Batı hem de “yerel”
üzerinden kritik edilmesi sorumluluğu, içselleştirmesi
var. Sezinlediğim duygu, yazarın eleştirel perspektifinin
toprağında Adorno, Habermas, Marcuse, Hegel, Horkheimer
geçmişinin tadı var. Eleştirel geleneğe bağlılığı Batı’da
pozitivizme olan sorgulanmaya eklemleniyor. Başlangıçta
feminist yaklaşım, radikal sosyal çalışma yer bulurken
Akbaş daha çok, temelinde eleştirel perspektif bulunan
post-modernizim, baskı karşıtı sosyal çalışma ve tinsel
sosyal çalışmada şimdilik tartışma alanı açıyor. İyi bir
başlangıç olduğu söylenebilir. Öncülüyse çok net, “sosyal
çalışmada eleştirel perspektifleri ele almanın önkoşulu
sosyal çalışmanın teorik arkaplanını zenginleştirmektir,
zira eleştirel perspektifler bir bakıma sosyal teorideki
tartışmaların sosyal çalışmadaki yansımalarıdır. Sosyal
teori, uygulamalı bir disiplin olması nedeniyle sosyal
çalışma için bir olanaklar alanı oluşturmaktadır.” Kısaca
yazar, ontolojik bir bağın kurulmasının yararına
değiniyor. Bunu doğrulayan saptamasına bakalım,
“yerli/yerel bilgiye ve uygulamaya dayanmayan sosyal
çalışma literatürü ise Kuzey Amerika merkezli eserlerin
çevrisine dayanıyor ve böylece sosyal çalışma dili kötü
bir çeviri diline mahkûm oluyordu. Maalesef bizim sosyal
çalışma literatürümüz de öznesi/yazarı olmayan eserlerle
doludur. Özne olmayı seçmeyen yazarlar basit bir
aktarıcı/taşıyıcı olmakta ve ‘eser’lerini kötü bir
çevirmenliğin sonucu olan kolaj çalışmalarına
çevirmektedir.” Bu sorunsalları sıralayıp, eleştirinin
işlevini temel alan kitabında sosyal çalışma aktörlerine
sesleniyor: “Sosyal çalışma sosyal bilimin hayata
dokunduğu yer olarak yeniden tanımlanmalıdır.” Buna ise
eğitimden başlanmalıdır. Müfredat sosyal teoriyi
içermelidir. Kim, nasıl yapacak? Gündelik telaşlarına
yenik düşerken bu Asya ülkesinde bilim?
Yazar, kitabın bagajına bir şey gizlemiyor. Apaçık
eleştiriyor. Yerine göre Avrupa-Merkezciliğini,
moderniteyi, postmoderniteyi eleştiriyor yerine göre
egemen olanın bilgisini akıllıca kritik ediyor. Yetkinliğe
davet ediyor. Bir silkiniş az mı gelir günümüz sosyal
çalışmasına? İyi gelir.
Akbaş entelektüel rolünün insanı... Foucault’un,
Trombadori ile yaptığı bir söyleşide dile getirdiği gibi;
“…ben rolümü, sorunları olanca karmaşıklığı içerisinde
açıklığa kavuşturduğum anda, kuşkuyu, kararsızlığı
besleyerek ve köklü değişimler talep ederek oynuyorum.”
Bir de Frankfurt Okulu’nun teorisyenlerini aratmıyor
Akbaş…
Kitapta yerel bilginin önemini okurken, aklıma Kemal Tahir
ve Baykan Sezer’in çalışmaları geliyor. Her ikisinin
çalışmaları kanımca iyi bir kaynak sunabilir, toplumsal
yapıyla ilgilenenlere. Özgün ve yerel olanda da sosyal
çalışmanın ontolojik, fenomenolojik, epistemolojik derdi
var ya, bu dert onu, adaletsizliğin ve eşitsizliğin yeni
formlarını gündeme almaya itiyor. Yazarın kabulü bu yönde.
Praxis olanağı da buradan geçiyor yani uygulamanın
bilimsel kurama yön vermesinden… Yazmanın, paylaşmanın
korkuya gömüldüğü şu koşullarda çok zor. Zor olması
değişimin olmayacağı anlamına gelmiyor.
*
Akbaş, kitabında baskı karşıtı sosyal çalışmaya geniş ver
veriyor. Baskı karşıtı uygulamanın sosyal çalışma
eğitimine yapılandırılışını konu edinirken, kendisinden
teorik bir çıkış beklemeyi sürdürdüğümüz Reyhan Atasü’nün
bu alana katkısını da göz ardı etmiyor. Ekliyor, “sosyal
çalışmada Marksist, radikal veya yapısalcı eleştirilerin
miadı dolmuştur. Sınıfsal veya yapısal eleştirinin yerini
kimlik ve öznellik gibi daha çok özneyi ve onun bağlamını
öne çıkaran yaklaşımlar almıştır.” Radikal sosyal
çalışmacıların bir karşı çıkışı beklenebilir. Eğer
yazacaklarsa. Yine de ben yanıt vereyim, sosyal çalışmanın
ilk amacının politik olduğunu düşünürsek aslında özellikle
halk, kültür ve kimlik çerçevesinde Ortodoks olmayan bir
Marksist yaklaşıma haksızlık yapmamak gerekir. Akbaş’ın
kendi ifadesidir, “karnesi kırıklarla dolu olan sosyal
çalışma ezilenlerin safında olmalıdır.” Belki sınıfsal
bakış açısının sınırlayıcı yanları eleştirilebilir. Ancak,
modernist bir ürün olan Marksizmin, kavrayışımıza iktisadi
ve sosyolojik bir zenginlik kattığını anımsamakta yarar
var, tıp kı Hegelizm gibi…
Yüzümüzü kitaba dönersek, Akbaş’ın yerinde bir
açıklaşmasıyla “baskı karşıtı uygulama insanlar arası
ilişkilerin ve etkileşimin doğasını eşitlikçi bir biçimde
dönüştürmeyi hedefleyen bir yaklaşımdır” diyor. Eşitlik ve
adaleti merkeze alan bu uygulamadan Türkiye toplumuna
eğilin bakalım; eğer varsa “Kürt sorunu ve Alevi kimliği
gibi konular”daki duruşunuz sorgulanır. Ne ki, kültürel
çeşitliliği kabul ediş ve savunuş sosyal çalışmanın
politik yönünün gereğidir. Akbaş’ın bu duru bakışı üst
anlatıcı olarak Feyerabend’in, “çoğulcu bir yöntem bilimi
geliştirmelidir” tezini biryerde doğruluyor.
Çokkültürlü sosyal çalışma eleştirisini yaptığı
kısımdaysa, “çok-kültürcü yaklaşımlar pratikte
farklılıkların ötekileşmesine hizmet etmektedir” diyor.
Sonuç olarak Yönteme Karşı kitabında Paul Feyerabend,
“özgür bir toplum tüm geleneklere eşit haklar tanıyan,
eğitim ve diğer iktidar mevkilerinde tüm geleneklere eşit
yer veren bir toplumdur” dediğinde karşılığını Akbaş’ın
Aleviler, Kürtler vb değerlendirmesini yaptığı kısımda
buluyor. Açıkçası sınır koyan, tek tipleştiren bir
modernite anlayışı “anything goes” (ne olsa gider)
şeklinde bir mantıktan hareket ettiğimizde postmodern
ideolojinin yalnızca bir kısmını görmüş oluruz,
olanaklarını değil. Akbaş modernizm anlatısını
eleştiriyor: “Modernizmin en temel argümanı hakikat,
estetik ve adalet konularında mutlak doğruyu öngörüyor
olmasıdır. Mutlak doğru açıktır ki Avrupa merkezli bir
kaynağa tekabül etmektedir. Avrupa-merkezci düşünce büyük
oranda insan toplulukları arasında hiyerarşik bir
sınıflamaya dayanmaktadır.” Bu düşünce sisteminin üzerine
kimlik bulan bir sosyal çalışma anlayışı da tek
tipleştirici ve normalleştirici olacaktır. Yani jakoben
bir uğraşı. Demokratik katılımcılık olmalıyken felsefesi.
Doğruya doğru.
Lyotard postmodernliğe bakışında, baskıcı bütüncüllük ve
baskıcı bir siyaset yerine çoğulcu ve açık bir demokrasi
üzerinde durarak, modernizmin anlamını yitirdiğini dile
getirirken grands recits (büyük anlatılar) ve big stories
(büyük öyküler)’lerin kırılan yumurtalar haline geldiğini,
daha doğrusu genel olarak bütünlüğün algılanamayacağını ve
beklenen düşlerin gerçekleşmediğini iletiyordu. Ama bir
yandan ise gücü yettiğince gösterilmeyenin kavranabilmesi
için yeni yollar arıyordu. Bu yönü Bauman’ın “modernite
projesi başarısızlığa uğramıştır. Ya da daha doğrusu,
projenin uygulanması yanlış bir yola girmiştir” tezine
denk geliyordu. Bu teorik şekillenme üzerinden Emrah
Akbaş’ın kitap çalışmasında anlattığı yerdeki çabası; üstü
örtülen gerçekliklerin doğasını ortaya çıkarmayla
ilişkilidir. Açık yüreklilikle Akbaş’ın epistemolojisinde
yer edinen anahtar kavramlar, saygın bir kabulü hak
ediyor. Emin olun bu kitabı değerlendirirken önyargısız
okumayı deneyen sosyal çalışma öğrencileri ve sosyal
çalışmacılar/akademisyenler, sosyal çalışmanın Türkiye’de
bir nostalji ve göz boyama sürecinden geçtiğini daha net
olarak göreceklerdir. Görmek isterlerse… Saf aptallıklar
için söyleyecek bir şey yok.
Yazar, refah devletinin miadını doldurduğunu ileri
sürerken, günümüzde “geleneksel dayanışma ve piyasa
güçlerinin” sosyal çalışma kimliği üzerinde daha bir
belirginleşmesinin kaçınılmazlığına vurgu yapıyor. Aile
kurumu merkeze çekiliyor. Artık aile üzerinde duruyor
resmi ideolojiler. Ailenin sorunu var… Aile dışındaki
birimlerin yaşadıkları sorun olarak es geçiliyor, bunlar
öncelikli güvenlik sorunu ve toplumsala bir tehtid olarak
algılanıyor, sunuluyor. Zamanın ruhunu elinin tersiyle
isterse sosyal çalışma, gömüleceği sessizlik yakınlarda
bir yerlerdedir. Aile kadar bireyler de önemlidir. Sosyal
çalışma açısından hedef kitleyi oluşturmaktadır…
*
Kimisine göre geç kapitalizmin yapısıyla oynadığı bir
meslek günümüzde sosyal çalışma. Öyle ya da böyle bir
şekilde sosyal çalışma/sosyal hizmet ile ilişkisi olan
hepimiz ülkede yarım asrı aşan geçmişiyle sosyal çalışma
efsanesinin iyi kötü yanlarıyla gelmiş olduğu nokta
itibarıyla sorumlusuyuz. Tabi bile bile yanlış yapanları
ise suç ortaklığı üzerinden teslim etmeliyiz. Kendi
içgörüsüzlüklerine gömülsünler.
Sosyal çalışma teorisi yenilenmeli, yetkinleşmeli doğru
değerler üzerinden, yoksa muhatap bulamaz. Teorik bir
nihilizm onun içerik anlamında tedavülden kalkması için
kapıyı aralamaya yetecektir. Ya da kulak verdiğimiz
Baudrillard’in, “sistem artık herkesten üretici olmasını
değil, oyun oynamasını istemektedir” kehaneti ortaya
çıkacaktır. Yani o zaman sosyal çalışma mahallesinde
oynamak isteyenler mendillerini iliştirip parmaklarının
arasına oynamaya devam etsinler. Oynasınlar vefasızlar!
Türlü taklitlerle oynasınlar, mendilleri dalgalansın
kaybettiklerini bilmeden, dalgalanmaya devam etsin. Oyun
kurucu Wallerstein olduktan sonra başlarını vuracakları
yer belli! Yalnızlık labirenti.
*
Kitabın son kısmı tinsel sosyal çalışma üzerine. Yazarın,
tinsel sosyal çalışmada, aradığı teoloji değil. Derdi
herhangi bir din de değil. Bundandır gerçeklik dışında bir
aitlik taşımıyor. Kim hangi dine inanıyorsa öyle yaşasın.
Saygısı bu durumun eşitlik ve özgürlük temelinde
biçimlenebilmesinin önünü açmak üzerine. Bu insani hakkı
yaşamsal kılmak gerekiyor. Bu bağlamda insan modeli
üzerinde duruyor. Anlamını arayan insana bir pencere
açıyor. Tinsel sosyal çalışma Türkiye’de manevi sosyal
hizmet olarak kabul görüyor ancak Akbaş tinsel sosyal
çalışma olarak kullanılmasının daha kapsayıcı olacağını
düşünüyor. Ve diyor ki sosyal çalışma bunun tam ortasında.
Fazla karmaşaya gerek yok; henüz daha evrensel tin
Weltgeist’ınadan söz etmiyor çünkü. En azından bunu kabul
etmek için ortalama sosyal çalışmacılara güvenmek
gerekiyor. Çünkü başka seçeneğimiz yok.
Akbaş’ın
argümanları bu işi yapanların düşüncelerine katkı sunacak,
düşünenleri yeni arayışlara sürükleyecek gibi duruyor. Bir
yerde dile getiriyor, “bir cem evinin kapısından girmemiş
veya süz-i dil-ârâ Mevlevi ayinine kulak vermemiş bir
sosyal çalışmacının bu toplumun insanını anlaması mümkün
müdür? Bu noktada sosyal çalışmacıların ülkemizde İslam,
Hıristiyanlık, Yahudilik, Sufizm, Alevilik, Süryanilik,
Ermenilik, Kürtlük ve benzeri konularda yetkin bir bilgi
birikimine sahip olması zaruridir.” Bu ise mevcut sosyal
çalışma zihniyetiyle şu haliyle aşılacak gibi görünmüyor.
Akbaş’ın yukarıdaki çözümlemesi çağın gerektirdiği sosyal
çalışmacı niteliğine sahip olmak için meslek ve disiplin
elemanında bulunması gereken özellikler. Bunun büyük bir
kısmı sosyal çalışma eğitiminin yenilenmesini olmazsa
olmaz kılıyor.
Başka bir açıdan değerlendirdiğimizde
gelişmiş bir sivil toplum anlayışının önemini bir kez daha
duyumsuyoruz. Sivil toplumun sağlıklı dinamikler üzerinde
gelişmesi sosyal çalışmaya en azından bu açılardan etki
edecektir. Ne var ki sivil toplumun gelişimi Türkiye’de
çok zor. Çünkü dinamiğini besleyecek toplumsal yapı
koşulları yok. Ya hayırseverlik, ya dinsellik, ya
vakıf-dernek yapıları üzerinden “sivil toplum” demokratik
toplumsal gelişmeden habersiz gelip karşımızda duruyor.
Akbaş’ın tinsel sosyal çalışmada açıklamaya çalıştığı
insan modelinde kafadaki putlar yerine insani değerleri
oturtuyor. Bir yönüyle Sartre tarzı bir varoluşçuluk da
denebilir. İnsan aklı arayışa girmeye görsün, dur durak
bilmiyor. İnsanın anlam arayışı üzerinde entelektüeller
kafa yormaktan geri durmazlar. Cinselliğin Tarihi’nde
diyor ya Foucault, “insan ‘kendine ait’tir, ‘kendinin’dir
(suum fieri, suum esse); insan yalnızca kendine
bağımlıdır, suijuris’tir; kendisi üzerinde hiçbir şeyin
sınırlamadığı ve tehdit etmediği bir iktidarı vardır;
potestas sui’ye sahiptir.” Foucault’taki ivme daha
öncesinde Mevlana’da yer bulmuş. Akbaş’ın kitabında
Mevlana’dan örneklediği “aradığını kendinde ara” gibi…
Özellikle Akbaş’ın açıkladığı tinsel sosyal çalışmayı
kavradıktan sonra, bir kez daha Nietzsche’nin Ecco Homo’su
ile Erich From’un Sahip Olmak ya da Olmak kitabını okumayı
düşünmeden edemedim.
Kitapta karşılaştığım bir başka gerçek. Akbaş, klasik
müracaatçı terimini kullanmıyor. Hizmet alan diyor. Doğru
bir tanımlama. Özge Özgür’de Çokkültürlü Sosyal Çalışma
kitabında benzer bir kullanımda bulunmuştu.
Akbaş doğru bir temele oturtmayı başardığı entelektüel
ahlakından yola çıkarak “değişimi körüklemeyi” deniyor.
Bunda haklı da! Kitabı bitirdikten sonra bazı sorular
belirginleşti aklımda:
Sosyal çalışma disiplininin amacı ne? Bir sosyal çalışma
kültürü var mı?
Eleştirel bakış, sosyal çalışma ve sosyal teoride
kurumsallaşmalıdır, sosyal politikanın doğasında…
Sorumluluğu(nuz)muz var… Sosyal çalışmanın teorik yararını
gözetmek durumundayız, bir eli sosyal reformda bir eli
sosyal demokraside olması gözetilen konuyu değiştirmez.
21. yüzyıl paradigmasında sosyal çalışmanın yeri ve önemi
ne olacak? Status quo’dan yana şapka çıkaran bir gece
bekçisi sosyal çalışma mı? Yoksa rengi belirginleşmiş
multidisiplinarite bir yapı üzerine inşa olmayı görev
edinmiş sosyal çalışma mı? Ben elimi sonuncusu için
kaldırıyorum, disiplinler arası işbirliği, çağın
rüzgarında savrulmamak için bilelim ki gerekli ve
zorunludur.
Akbaş’ın sesinin rengi kitabın sayfalarında, ara ara
tonlamasına devrimci teorik bir yoğunluk katıyor.
Sonuç Yerine
“iyi gizlenen, iyi yaşadı.”
Ovidius
Son tahlilde insan “düşünen bir kamış”. Bu epistemolojik
bir doğru. Kavrayışa bilinç veriyor. Yaşananların gerçek
yüzünü görmeyenlere tarihin sopası yok ki! Yanlışa vur ha
vurasın. Yanlışı halı çırpar gibi düzeltesin. Yanlışların
çok olduğu bir dünya, kötü dünya. Sosyal çalışma
teorisinin sefaletinin işlendiği bu kitap, raflarınızda
bulunsun. Okumak özgürleştirir. İnsanı ve dünyayı
güzelleştirir. Okumak en güzel sevgiliye eştir. Bilginiz
olsun, alanında yazılmış ilk kitap. Umut zayıflatılamaz…
Sondan bir önceki cümleyi kitabın yazarına bırakalım:
“Bir disiplinin varlığını sürdürebilmesi, gelişebilmesi ve
son tahlilde meşruiyetini koruyabilmesi için cansuyu
kabilinden ihtiyaç duyulan şey eleştiridir.” Eleştirel
düşünce bilimin belki de yaşam adına yapılacak doğru
şeylerin en önemli fonksiyonu. İnsancıl demokrasiyi,
barışı, çoğulculuğu savunan yazarın kitabı aydınlık
veriyor.
Sosyal çalışmanın derealizasyonunu görmek isteyenler için
bir deniz feneri, iliklerine kadar okuduğum Sosyal
Çalışmada Çağdaş Eleştirel Perspektifler kitabı…
Kitap:
Emrah AKBAŞ. Sosyal Çalışmada Çağdaş Eleştirel
Perspektifler, Ankara, SABEV, 2014.
İstemek için:
sabev@sabev.org.tr
/ depo@insancilsahaf.com |