İnsanın yaşam sürecinin önemli bir
bölümünü kapsayan ve bu süreçte çoğunlukla yetişkinlik
döneminin temel gelişimsel görevlerinden biri olarak kabul
edilen çalışma; kişinin bedensel veya zihinsel olarak
herhangi bir yönde emek vermesi ve bundan ekonomik,
psikolojik, sosyal ve kültürel rolleri açısından doyum
sağlaması durumudur.
İnsanoğlu içinde bulunduğu doğaya egemen olmak ve ondan
daha çok yararlanmak için tek geçerli yolun çalışmak
olduğunu, deneyimleri ile öğrenmiştir (Karataş, 1996: 4).
Avcılık ve toplayıcılıktan yerleşik hayata geçiş tarımla
ve zanaatla ilgili faaliyetleri ön plana çıkarırken,
bilimsel düşüncenin ve teknolojinin doğuşu sanayileşme ile
birlikte üretim ve hizmet sektörlerindeki faaliyetleri
geliştirmiştir. Günümüzde telekomünikasyon ve bilgisayar
teknolojisi alanındaki hızlı değişimler beraberinde,
bilginin üretilmesi ve kullanılmasına dayalı yeni faaliyet
alanlarının gelişmesine neden olmuştur. Kısacası, çeşitli
iş alanları ve mesleklerin doğuşu çalışma hayatının
kendisinin de zaman sürecinde bir değişime uğradığını
göstermektedir.
Elbette çalışma hayatı için kesin bir yaş sınırı koymak
mümkün değildir. Bu durum kır veya kentte yaşama, öğrenim
hayatına devam etme, toplumun istihdam olanakları gibi
sosyo-ekonomik düzeye göre değişiklik gösterir. Bununla
birlikte genel olarak çalışma yaşı 15-65 yaş olarak kabul
edilmektedir.
Çocukluk çağından başlayarak çevredeki özdeşim
kaynaklarının etkisi ile alışkanlığa dönüşen çalışma
eylemi, ekonomik üretimin olduğu kadar bireyin toplumsal
ve ruhsal sağlığının da temel koşulları içinde yer alır
(Karataş, 1996: 4).
İnsan haklarının ön plana çıktığı günümüzün çoğulcu
demokratik yönetim sistemlerinde, her insan için bir hak
olma niteliği kazanan çalışma; özgüvenin kazanılmasında
önemli bir yere sahiptir. Ayrıca, sürekli değişen yapısı
ile birlikte kronolojik yaşın ilerlemesine paralel olarak
psiko-sosyal ve fizyoljik kökenli değişimlerden
etkilenerek önemini giderek artırmaktadır.
Çalışma konusunu; fizyolojik, psikolojik, sosyolojik ve
ekonomik yönleriyle inceleyen birçok bilimsel kuram
literatürde yer almaktadır. Söz konusu bilimsel kuramların
önemli bir kısmı özet olarak aşağıda ele alınmıştır.
Kuramsal Çerçeve
Genel sistemler kuramına göre yaşayan ve açık bir sistem
olan insan organizması çevresi ile sürekli ilişki
içerisindedir. Organizma; dengesini (homeostaz)
koruyabilmek için gereksinim ve ihtiyaçlarını karşılamalı
ve bu dengeyi tehlike altına alacak aşırılıklardan
kurtulmalıdır. Çevre ile ilişkili olmak, ihtiyacı olanı
almayı (girdi) ve organizmaya dahil edilen üzerinde işlem
yapmayı (prosess) gerektirir.
İhtiyaçlar (gereksinimler) insan doğasının yapısal
öğeleridir. Öyle ki insan yaşamının gerek bedensel,
gerekse ruhsal yönüyle ihtiyaç kavramının doğurduğu
çeşitli olay ve sorunlar içinde büyük bir uğraş
vermektedir. Bu bakımdan ihtiyacı, giderildiğinde
insanının yaşamını veya varlığını sürdürmesini sağlayan;
giderilmediğinde onu, yok olma tehlikesi içine iten olgu
biçiminde tanımlamak daha tutarlı olabilir (Aşkun 1978:
453-456).
Organizmanın gereksinimlerini karşılayabilmesi için belli
bir davranış sergilemesi lazımdır ki bu davranışları
başlatan süreçler daha çok güdü olarak tanımlanır.
Organizmanın uyarılması bir eksiklik, bir fazlalık ya da
hoş olmayan bir etkenle başlatılmaktadır. Böyle bir
durumda organizma gereksinim içindedir. Bu gereksinim,
dengesi değişen organizmanın eski durumunu alabilmesi
gereğidir. Başka bir deyimle homeostatik dengenin
sağlanması gereksinimidir. Bu durum aynı zamanda bir
gerginlik (tension) ile birliktedir. İşte bu gereksinmeyi
ve gerginlik durumunu gidermek için başlayacak olan
davranışın, başlangıç noktasındaki itici dinamik güç dürtü
ya da güdüdür. Dürtünün bir amacı vardır. Bu da, dürtünün
ortaya çıkmasını gerektiren durumun ortadan kalkması, yani
gereksinimin giderilmesi ve doyum sağlanmasıdır.
Böylelikle gerginlik de giderilmiş olur. Bu durum dürtünün
boşalımı (discharge) ya da doyum durumu (satisfaction)
olarak bilinir (Öztürk 1998: 23).
S. Freud, geliştirdiği psikoanalitik kuramında çalışmayı;
çeşitli çatışma, engellenme, bunalım, kaygı ve
tedirginliklerle birlikte benliği baskı altında tutan
ruhsal enerjinin dışa vurulmasında bir araç olarak
görmektedir. Freud’a göre yaşamın temel iç güdüsü olan,
doyum arayan ve sürekli haz peşinde koşan cinsellik
içgüdüsü toplumsal normları aşamayarak yücelir (sublimation)
ve yerini toplum tarafından kabul gören ve üretime yönelik
olan çalışmaya bırakır.
A. Maslow, ihtiyaçların tatmin edilmesi bakımımdan
güdüleri önem ve şiddet derecesine göre sıralamaktadır.
Maslow’un motivasyon teorisinde çalışma; ikinci kategoriyi
oluşturan güven ihtiyacı içerisinde yer almaktadır.
Herzberg’te temelde Maslow gibi güdülemenin özünde
ihtiyaçların varlığını savunmuştur. İhtiyaçları; çevreyle
ilişki içinde gelişen fiziksel ve içgüdüsel ihtiyaçlar ve
insanın kendine özgü sorumluluklarından kaynaklanan
ihtiyaçlar olarak ikiye ayırmıştır. Bireylerin değer
sistemleri içinde çalışmanın hangi koşullarını arzu
edilmez bulduğu ve ondan kaçınmak gerektiğini saptamak
istemiştir. Herzberg, çalışmaları sonucunda güdüleme
faktörlerini, işte doyum sağlayanlar ve doyumsuzluk
yaratanlar olmak üzere iki bölümde incelemiştir (Sabuncuoğlu
1987: 80-83).
F. W. Herzberg’in çift etken teorisine göre işten elde
edilen doyuma yol açan etkenler doyumsuzluk doğuran
etkenlerden ayrı ve farklıdır. Bu da iki etkenli olarak
açıklanmaktadır (Kahramanoğlu 1996):
1- İşte doyum yaratan faktörler: İşi başarma, tanınma,
çalışma, sorumluluk ve ilerleme.
2- İşte doyumsuzluk yaratan faktörler: İşletme yönetimi ve
politikasından hoşnutsuzluk, teknik gözetimden
hoşnutsuzluk, ücret yetersizliği, kişiler arası
ilişkilerden kaynaklanan hoşnutsuzluk ve çalışma
koşullarından kaynaklanan hoşnutsuzluk.
E. Erikson’un gelişim kuramında ‘yakınlığa karşı
yalıtılmışlık’ ve ‘üretkenliğe karşı durgunluk’ evreleri
çalışma yaşamına denk düşer. Uzun süren bu evreler sadece
iş alanındaki üretkenlik ve yaratıcılığı değil, aynı
zamanda yeni kuşaklar üretmeyi, onları yetiştirmeyi ve
sorunlarıyla ilgilenmeyi de içerir. Böylece bireysel
çalışma, iş ilişkilerine, aile yaşamına ve tüm topluma
uzanan çok geniş bir etkileşim alanını kapsar (Onur 1995:
125).
D. J. Levinson, çalışma hayatını geliştirdiği yaşam yapısı
kuramında merkezi öğeler alt başlığında ele almıştır.
Merkezi öğelerin temel karekteristiği bireyin zamanını ve
enerjisini fazlasıyla tüketmesi, benliği geliştiren öğeler
olması ve yan öğelerin niteliğini güçlü bir biçimde
etkilemesidir.
R. L. Gould ise ileri yaşlarda zamanın insan yaşamındaki
etkisinin artması ile çalışma güdüsünün değişebileceği
üzerinde durur. Gould, dönüşüm kuramında zaman baskısının
hissedilmeye başlandığı yaşı 45 yaş ve civarı olarak
belirtmiştir. Bu yaşlarda yaşamda yapılacak önemli
değişimler gündeme gelir. Böyle bir durumda meslek
yaşantısı da sıkıcı gelmeye başlayabilir.
Sosyolojinin kurucuları arasında yer alan E. Durkheim, K.
Marx ve M. Weber çalışmayı nitelik ve nicelik açısından;
toplumsal yapı, toplumsal değişme ve kültürün dinamik bir
öğesi olarak göstermişlerdir. Kendi toplumsal değişim
kuramlarında çalışmayı toplumun alt yapısını oluşturan
ekonomik faaliyetlerin, toplumsal sınıfların ve
tabakaların ve toplumun üst yapısını oluşturan yönetim
sistemlerinin oluşumunda değerlendirmişlerdir.
C. Darwin’in evrim teorisi açıklamalarına göre canlı
varlıklar bilinçli veya bilinçsiz olarak ihtiyaçları olan
maddeleri üreterek artı değer oluştururlar. Örneğin,
karınca yuvasına ihtiyaç fazlası gıda maddesi taşırken,
bal arısı yine ihtiyaç fazlası balı üretir. İnsan; refah,
güvence, teknolojiyi yenileme ve planlama kaygısıyla daha
fazla çalışarak artı değeri bilinçli olarak oluşturur.
Artı değerin oluşması sonuçları itibariyle farklı
meslekleri ve yeni iş bölümünü doğurur. İş bölümü
hiyerarşi ve uzmanlaşmayı beraberinde zorunlu kılar.
Durkheim’ın toplumsal değişme çözümlemesi iş bölümüne ve
iş bölümünün gelişmesine dayanır. Durkheim’e göre iş
bölümü geliştikçe insanlar birbirine daha bağımlı hale
gelirler. Marx, fazla üretimle birlikte ortaya çıkan artı
değerin çalışanlar ile iş verenler arasında bölüşümünün
adil olmadığı için sınıf çatışmalarına neden olduğunu
iddia ederek çalışanların emeklerinden doğan güçleri
nedeniyle örgütlenmeleri gerektiği üzerinde durmuştur.
Weber ise kendi değişim kuramında ekonomik faaliyetlere
Marx ve Durkheim kadar yer vermemiştir. Weber, üretim
faaliyetlerindeki artışta bilim ve bürokrasinin etkisini
önemli olduğunu ifade ederek çalışma hayatından siyasete
uzanan yelpazede toplumun her kesiminden insan
prototipleriyle uğraşarak ideal insan kavramını
irdelemiştir.
T. Person, Durkheim’den esinlenerek iş bölümü sonucu
ortaya çıkan farklılaşma ile birlikte karmaşık örgütsel
ilişkilere toplumsal farklılaşma kuramında yer vermiş,
karmaşık örgütsel ilişkilerin çeşitli düzeylerinde yeni
sistemlerin ortaya çıktığını ifade etmiştir.
R. Dahrendorf, çatışma grupları kavramını çalışan ve
yöneticilerin çıkarları üzerine oturtmuştur. Yöneticilerin
çıkarları yerleşik düzeni (statüko) koruyup devam
ettirmeyi amaçlarken, çalışanların çıkarları bu düzene ve
ilişkiler ağına karşı bir tehdit unsurudur. Birbiri ile
çatışan birimlerden kurulu bu iki grup arasında geçici
düzenlemeler yapılabilmesine karşın Dahrendorf statükoyu
koruyanlarla statükoya karşı çıkanlar arasındaki
çatışmanın bitmesinin imkansız olduğunu belirtmiştir.
Çalışmanın İnsan Yaşamındaki Yeri ve Önemi
İnsanların neden çalıştıkları konusunda pek çok neden
ileri sürülebilir ve bu soruşturmanın sonu gelmez. Ancak,
çalışmanın insan mutluluğunun, yaşam doyumunun, ruh
sağlığının temellerinden biri olduğuna da hiç kuşku yoktur
(Onur 1995:125).
Her biri yaşamın çeşitli boyutlarını içeren mutluluk,
yaşam doyumu ve ruh sağlığı kavramları; güven, sevgi,
huzur, başarı, zevk ve eğlenme bağlantıları ile örülü bir
yeterli-iyi olma hali ortak paydasında toplanabilir.
Çalışmayı istemeyenler genellikle cesaretleri kırılmış
kişiler olup, bu yaşam görevinden doyum
sağlayamayanlardır. Dreikurs’a (1953) göre çalışamamak
ciddi bir hastalık belirtisidir (Ünlüoğlu 2000: 16).
Yaşam boyu insanların istediğini elde etmesi, ancak
çalışmakla olur. Çalışmak hem yaşamın sürdürülmesi hem de
kişiliğin gelişmesi için vazgeçilmez bir gereksinimdir.
İnsan çalışıp yarattıkça, yarattığı ürünleri gördükçe,
kendisine güvenir. Yaptıklarıyla saygınlık kazandıkça
kendisini geliştirme olanağı bulur (Köknel 1983: 222).
Çalışanların büyük çoğunluğu benlik duygusunu doyurmak ya
da kişisel gelişme gücünü artırmak amacıyla bağımsız
çalışma ve inisiyatif kullanma gereksinmesine önem
verirler (Baud 1972; Akt. Sabuncuoğlu 1987: 91). Çalışma
hayatıyla birlikte kazanılan ekonomik bağımsızlık,
yaratıcılık güdüsüyle birlikte üretken olma, aitlik
duygusu, başkaları tarafından önemsenme ve takdir edilme
kişiye psikolojik doyum veren etkenlerdir.
Çalışanları çalışmaya iten en güçlü motif yaşamını ve
varsa ailesinin yaşantısını sürekli kılacak yeterli bir
ücret elde etmektir (Turko 1973; Akt. Sabuncuoğlu 1987:
84). Ekonomik özendirme araçlarını, ücret artışı, primli
ücret, karara katılma ve ekonomik ödül verme olarak
kategorilere ayrılabilir (Sabuncuoğlu 1987: 84). Ekonomik
yararlar, gereksinim duyulanı ya da istenileni satın
alabilmektedir (Ünlüoğlu 2000: 16).
Bireylerin çalışma dünyasında elde etmek istedikleri statü
ve başkaları tarafından değer verilme, saygınlık kazanma
güdüsüyle birleşir. Başkaları tarafından övülmek, saygı
görmek, beğeni kazanmak bu güdünün sonucudur (Sabuncuoğlu
1987: 93).
Çalışmanın sosyal yararları; bir yere gidildiğinde rahat
ilişki kurmak, statü sahibi olmak, başkaları tarafından
değerli bulunmak ve birileri tarafından gereksinim duyulan
bir kimse olmak gibi durumlardır (Pelletier 1984; Akt.
Ünlüoğlu 2000: 16).
Günümüzde Çalışma Hayatı
Günümüzde yaşanılan hızlı teknolojik, toplumsal ve
ekonomik gelişme ve değişmeler doğal olarak çalışma
hayatını da etkilemektedir. Bilim dallarındaki bilgi
birikiminin artması uzmanlaşmayı zorunlu kılmış ve böylece
meslek dalları arasında bilgi alış verişi artmıştır.
Meslekler arasında eşgüdüm, anlaşma, birlikte hareket etme
ve danışma ekip çalışması (team work) anlayışını ortaya
çıkarmıştır.
Bilgiyi üretmeye ve bilgiyi kullanmayla biçimlenen
çağımızın çalışma anlayışı önceki geleneksel yargı ve
kalıplardan hızla uzaklaşarak cinsiyet farklılığından
doğan eşitsiz koşulları hızla törpülemektedir. Çalışma
hayatında uzunca bir süre gündemde kalan erkek ve kadın
arasındaki meslek farklılıklarının da eskiye oranla
giderek azaldığı görülmektedir.
Sayıları hızla artan yeni meslek dallarının en önemli
özelliği elle yapılan (kol emeği) işlere oranla elle
yapılmayan (zihin emeği) işlerin hızla artmış olmasıdır.
Otomasyonun çalışma hayatında ağırlığını giderek
artırmasıyla ortaya boş zamanı değerlendirme sorunu
çıkmıştır.
Sorun, bireyin çalışma saatleri dışında kalan zamanda ne
yapması gerektiğidir. Kuşkusuz bu zaman bireyin bir şeyler
yapması gereken zamandır. Bomboş kalacağı bir zaman
değildir. “Boş zaman” deyince sanki hiçbir şey yapılmayan
zaman anlaşılıyor. Oysaki boş zamanların değerlendirmesi
derken dop dolu geçen bir zamanı kastediyoruz (Tezcan
1993: 2).
Yine çağımızın çalışma anlayışı içerisinde üzerinde
durulması gereken önemli bir konu da çalışanların çalışma
hayatı sona ermeden emeklilik dönemine hazırlık
yapmalarına imkan veren programların
geliştirilmesidir.Çalışma yaşamıyla hayatını bütünleştiren
insanların bu yaşamdan ayrılmaları ve yeni değişime
uymaları kolay olmamaktadır. İnsanların kendilerini bir
anda boşlukta bulmaları, içinde bulunmuş olduğu sosyal
atmosferden uzaklaşmaları söz konusu olabilir. Onun için
çalışma hayatından aşama aşama uzaklaşmak ve önceden
emekliliğe hazırlanmak, emeklilikten sonraki hayatın da
iyi bir şekilde yaşanması, değerlendirilmesi için de
geleceğe yönelik planların yapılması gerekir (Alluşoğlu ve
Diğerleri 1999) |