Aziz ŞEKER: Kendinizi kısaca tanıtır
mısınız?
Ömer TÜRKEŞ: 1959 Manisa doğumluyum. Yazmaya 1983 yılında Yarın dergisinde
başladım. Doğrusunu söylemek gerekirse 12 Eylül darbesinin siyasi söz
söyleme hakkımızı gasp ettiği o günlerde, varlığımızı edebiyat aracılığıyla
korumak istemiştik. Yakıcı bir meselemiz ve söylenecek sözümüz vardı. Yarın
dergisi bu anlamda çok başarılı olmuş bir dergidir.
1984 yılı sonunda Yarın’dan ayrıldım. Yazmaya uzun bir süre ara verdim. 1997
yılından başlayarak Türk romanı üzerine çalışıyorum. İnceleme, deneme ve
eleştiri türündeki yazılarım Birikim, Birgün Kitap Eki, Radikal Kitap Eki,
Milliyet Sanat, Notos Edebiyat, Virgül, Toplum ve Bilim olmak üzere çok
sayıda dergide yayımlandı. Çalışmamın henüz tamamlandığını düşünmediğim için
yazılarımı kitap haline getirmedim. Ancak “Türk Romanında Kurtuluş
Romanları”(2003), “Edebiyat Sosyolojisi İncelemeleri”(2004), “Taşraya
Bakmak”(2005), Oğuz Atay’a Armağan”(2007), “Mehmed Uzun Portresi”(2007),
“Fethi Naci’ye Armağan”(2009) adlı derleme kitaplarla, “Modern Türkiye’de
Siyasi Düşünceler Ansiklopedisi”nin “Kemalizm”(2001), “Milliyetçilik”(2002),
“Muhafazakârlık”(2003), “Sol”(2007) ciltlerinde makalelerim yayımlandı.
Ayrıca 2008 Frankfurt Kitap Fuarı için “Çağdaş Romancılar” ve -Asuman
Kafaoğlu Büke ile birlikte- “Genç Kuşak Yazarlar” katalog kitaplarını
hazırladım.
Aziz ŞEKER: Roman nedir? Romanın ortaya çıkış koşullarından, romanın sosyal
tarihinden söz eder misiniz?
Ömer TÜRKEŞ: Roman, sınırları keskin hatlarla çizilmiş, tamamlanmış bir tür
değil. Gelişmesini hala sürdürüyor. Bu nedenle bir iki cümle ile
tanımlanamaz. Öyle ki, kapağında roman yazan bir kitabı beğenip beğenmemekte
özgürüz ama onun roman olmadığını söylemek hakkına sahip değiliz. Ancak daha
genel bir yaklaşımla roman bir anlatıdır denilebilir. Peki neyi anlatır?
İşte orada da sınırlar belirsizleşiyor. Geniş bir zaman aralığında bir
toplumu ya da çok kısa bir zaman zarfında bir tek kişinin başından geçenleri
anlatabilir.
Destanların da birer anlatı olduğunu düşünürsek, romanın destanlarla
akrabalığı açıktır. Ama roman -Hegel’in deyişiyle- “modern burjuva
destanı”dır; modern burjuvazinin kahramanca olmayan, sıradan yaşamını koyar
ortaya. Gerçekten de dünya edebiyatına burjuva sınıfı tarafından hediye
edilmiştir. Sanatları böylesi sınıfsal bir konuma indirgemek çok doğru
olmasa bile, sanatsal türleri yaratan düşünce ve toplumsal hareketlerin, o
sanatsal türe vurduğu damga anlamında, roman modern bir sınıf olarak
burjuvazinin kendini edebi olarak ifade edebilmesinin en uygun aracı olarak
doğmuştur diyebiliriz.
Aziz ŞEKER: Roman geleneği neyi ifade ediyor? Geleneğin kıstasları nelerdir?
Ömer TÜRKEŞ: Bir yazar kendi anlamını yalnız başına yaşayamaz. Kendisini ve
yazınını bir bağlama oturtmak zorundadır. Bu bağlam onun için gelenektir ve
gelenek tarih duygusu gerektirir. Bu duygu geçmişle bugün arasında bir köprü
kurar; insanı yalnızca kendi kuşağına bağlanmaz, yazılı ilk metinlerden tüm
Avrupa edebiyatına ve kendi ülkesinin edebiyatına yayılan evrensel bir
üretimin içine yerleştirir.
|
Aziz ŞEKER: Batı’da, Osmanlı’da ve Cumhuriyet sonrasında Türkiye’de roman
geleneği hangi değerler üzerine kurulmuştur?
Ömer TÜRKEŞ: Az önce belirttiğim gibi. Batı’da roman sanatının tarihi
burjuva insanının tarih sahnesine çıkışıyla eş zamanlıdır. Biraz daha ileri
giderek Aydınlanma ürünü olduğunu ve bu çağın -bir birine karşıt- egemen
düşüncelerinin romanda ifadesini bulduğunu söyleyebiliriz.
|
Bu ortak
tarih, romanın Batılı geleneğini de belirler; bireyin -en
geniş anlamıyla- hayat hikâyesini anlatmak. İnsan
düşüncesinden metafiziği kovmak, gerçeği aramak ve
rasyonel düşüncenin nihai zaferini kanıtlamak niyetli bir
entelektüel eyleminin sonucu olması nedeniyle barındırdığı
hikâyeler çağın düşüncesine uygun biçimde gerçekçidir.
Hatta bir toplumbilimci ciddiyeti vardır romancılarda.
Mesela Balzac, bütün romanlarını “La Comedia Humaine”
(İnsanlık Komedisi) başlığı altında projesini üçe ayırmıştı; birey ve toplum
hayatını çözümlemeye yönelik “Analitik Çalışmalar”; bu hayatın nedenlerini
tartıştığı “Felsefi Çalışmalar”; bireyin davranışlarının toplum üzerindeki
etkilerini kavramaya yönelik “Toplum Gelenekleri Çalışmaları”…
Ancak burjuvazinin ortaya çıkışından, dolayısıyla kapitalist üretim
ilişkilerinden bahsedilirken unutmamak gerekiyor; romanın emekleme döneminde
bile piyasa koşulları belirleyicidir. Sanat ve edebiyatın metalaştığı bu
yıllarda bile okuyucu talebi önemliydi. Edebiyatı halkla buluşturan romanın
hoşça vakit geçirmek gibi eğlendirici bir yanı da olmalıydı. Bir yandan
romanın “büyük” eserleri üretilirken, diğer yandan popüler türler içinde
mütalaa ettiğimiz aşk, macera, korku romanları da yazılmıştır. Best-Seller
geleneğinin geçmişteki en büyük ismi Alexandr Dumas ile gerçekçiliğin en
büyük yazarı Balzac aynı yıllarda ürün vermişlerdir. Bugünün romanı bu iki
akım -ya da gelenek- arasında gidip gelerek sürdürüyor yolculuğunu.
Batıdan yaklaşık 100 yıllık bir gecikmeye sahip Osmanlı roman geleneği de
işte bu iki akım arasında kalmıştır. İlk romanların yazarları, roman ile
ilgili yazılarında Avrupa edebiyatını ve romanını ileri bir uygarlığın
işareti, kendi edebiyatlarını ve özellikle -Leyla ile Mecnun gibi- folklorik
anlatıları geriliğin bir işareti saydılar; Namık Kemal, Ahmet Mithat,
Şemsettin Sami gibi yazarlara göre eski hikâye türünden romana geçiş,
hayalcilikten akılcılığa, çocukluktan olgunluğa, kısacası ilkellikten
uygarlığa sıçrama anlamına geliyordu. Batı'dan uygar bir edebi form olarak
ithal edilen roman türü, aynı zamanda Osmanlıyı uygarlığa götürecek eğitici,
ilerletici bir araç olarak kullanılacaktı. Ne var ki donanımları yetmediği
için okudukları ve etkilendikleri romanlar ağırlıklı olarak Fransa’nın
“ucuz” edebiyatıyla ya da romantiklerle sınırlı kalmış ve yapıntı aşk
romanları üretmekten öteye gidememişlerdir.
Meşrutiyet döneminde edebiyat kalitesi yükselir. Aşk hâlâ hikâyelerin
merkezindedir ama bireyi yakalama derdi de başlar. Ama roman okuyucusunun
beklentisi kolay okunan popüler türlerdir.
Sonuçta Cumhuriyet dönemini de kapsayacak şekilde Türk romanının tarihi
popüler romanın tarihidir. Bu iddianın kulağa hoş gelmediğinin farkındayım.
Öyle ya, Sabahattin Alileri, Yaşar Kemalleri, Orhan Kemalleri, Tanpınarları,
Atay’ı, Soysal’ı, Pamuk’u yetiştiren bir geleneği kolayca harcadığım
düşünülebilir. Gerçekten de 1930’ların sonunda solcu yazarlar sayesinde
güçlü bir gerçekçi edebiyat kanalı açılmış ve Türk romanının en büyük
eserleri bu kanaldan beslenmiştir. Ne var ki edebi değeri yüksek bir
gelenekten söz ettiğimizde belli bir kesimin, belli bir bakış açısının
geleneğini konuşacağız demektir. Çünkü gelenek herkesin ortak malı değil,
bir azınlığın kazanımıdır. Bu kazanımın ötesine geçtiğimizde, “yüksek
kültür”e dâhil edilen roman sayısının popüler kültür ürünlerinin yanında
azınlıkta kaldığını fark ederiz.
Aziz ŞEKER: Roman ve toplumsal koşullar arasındaki ilişkiyi irdeler misiniz?
Sosyal içerikli (sosyal) romandan ne anlamamız gerekir?
Ömer TÜRKEŞ: Sanat ve edebiyatın "gerçek dünyayı yansıttığı", "doğaya ayna
tuttuğu", toplumsal hayatı canlandırdığı tarzındaki değerlendirmeler hem çok
yapılmış hem çok tartışılmıştır. Katılalım ya da katılmayalım, sanatın
hayatı taklit ettiği düşüncesinin eskiden beri büyük önem taşıdığı, bugün de
taşımaya devam ettiği, birçokları için sanat ve edebiyatın değer ve öneminin
büyük bir kısmının tam da bu özelliğinden, yani gerçeği taklit etme
kabiliyetinden kaynaklandığı red edilemez. Roman kişilerinin yanı sıra
romandaki yaşantının da kantara vurulduğu yer, dış dünyanın gerçekliğidir.
İnsan zihninin içinde bulunduğu dünyanın ötesine zaten çıkamayacağı
düşünülürse, sanat ve edebiyatla gerçek dünya ve toplumsal hayat arasında
bir ilişki kurulması şaşırtıcı değil. Asıl sorun gerçekliğin kendisi,
gerçekliğin ne olduğu ya da gerçekliğin bir edebiyat/sanat yapıtına nasıl
bir dolayımla dâhil edileceği? İşte burada edebiyatın dışındaki kriterler
çıkıyor ortaya. Yazar hangi gerçekliği yansıtmalı; toplumsal ilişkileri mi,
bireyin iç dünyasını mı? Ama bir toplum bireylerden müteşekkil olduğuna göre
bireyci gibi görünen bir roman toplumsal hayata açılamaz mı? Elbette
açılabilir. Demek ki sorun daha derinlerde bir yerde. Ne yazık ki sosyal
roman derken çoğu kez -yanlış bir yönelmeyle- siyasetin alanına adım atarız.
Ülkenin bölünmez bütünlüğünün tehdit edildiğini düşünenlerin toplusal
gerçekliği ile başkaldıranların gerçekliği, laiklerle islamcıların,
kurtuluşu teknolojik gelişmelerde görenlerle çevrecilerin gerçekleri bir
potada eritilemeyeceğinden, romanlara yansıyan gerçekler herkesi aynı anda
memnun etmez. Bu memnuniyetsizlik sanat ve edebiyatın kendi başına bir
değeri olmadığı, değeri yaratanın dünyaya dair bilgi barındırması ve ahlaki
açıdan insanlara sağladığı yarar olduğu inancından kaynaklanır. Kısacası,
tarih boyunca sanat ve edebiyata hâkim olan indirgemeci görüş, gerçekliğin
yansıtıldığı formlarla ilgilenmemiş, sanat ve edebiyattan daha yüce amaçlara
hizmet etmesini beklemiştir. Bu talep romanın biçimine müdahaleyi de
getirmiş, uzun yıllar boyunca 19. yüzyılın roman kalıpları toplumcu roman
yazmanın yegâne yöntemi sayılmıştır.
Oysa, yaşanılan toplumun gerçeklerine eğilmek yaşananları aslından bir an
bile sapmayan doğalcı bir yöntemle dışa vurmak, 70'li yılların
toplumcu-gerçekçi çeviri romanlarına benzer metinler üretmek ya da mutlaka
klasik gerçekçi usluba mahkum olmak anlamına gelmiyor. Toplumsal ve bireysel
yaşantılar romanın bütün biçimsel zenginlikleri kullanılarak, allegori,
fantazi ve ironilerle, zamanın döngüselliğini kırıp insan bilincini ve
düşlerini işin içine katarak da işlenebilir. Bireyin iç gerçekliğinin dış,
dış gerçekliğininse iç dünyalar dikkate alınmadan anlatılamayacağı, eskinin
siyasete ve dış gerçekliğe tutkuyla bağlı romanlarıyla bugünün iç dünyasına
kapanmış, güncel gerçekliğe karşı umarsız romanları arasında bir orta yol
bulunması gerektiği apaçık ortada.
Aziz ŞEKER: 21. yüzyılın şu ön yıllarında roman ve roman yazarı sayısı bir
yandan artarken, “roman içeriğine” uygun yapıtlar sayı olarak azınlıkta
kalıyor diyebilir miyiz? Bunun nedenleri üzerinde durabilir misiniz?
Ömer TÜRKEŞ: 2000’li yıllardan bu yana yazdığım pek çok yazıda kitap ve
yazar sayısındaki artışla roman kalitesi arasında ters orantı olduğunu
vurguluyorum. Aslında doğal karşılamak gerekiyor. Çünkü roman patlamasının
edebiyat sevgisi ile ilişkisi pek zayıf. Sorun iyi kötü ayrımının önemini
yitirmesinden. Yerini karşıtı olmayan bir “çok satarlık” kavramı aldı. Bizim
iyi diyerek öne çıkaracağımız romanlar, çok satar romanlarının satış
rakamlarının gölgesinde kalıyor, raf ömürleri kısalıyor, görünürlükleri
siliniyor.
Görünürlük önemli. Biraz açalım; kitaplar, tıpkı herhangi bir başka ürünün
pazarlandığı marketlerdeki gibi, alıcıların/okuyucuların ilgisini/arzusunu
uyandıracak şekilde konularına, yeniliklerine ve çok satarlıklarına göre
tasnif ediliyorlar. Bir kitapevine adım atan alıcılara/okuyuculara rehberlik
edecek şekilde, kitapların sergilenmesi, kontrolü, satın alma eylemi ve
bununla ilgili tüm anlar düzenlenmiş durumda. Yayımcısının bol satış
ümidiyle yatırım yaptığı kitaplar vitrinlere yığılıyor, kitapevlerini
yazarların posterleri süslüyor. Kazancın ön plana çıktığı bu süreçte, satış
potansiyeli düşük kitapların dağıtımcı ve kitapçı tarafından
önemsenmediğini, stoklarda tutulmadığını ve çok kısa bir süre içerisinde
-hatta okuyucu kesimle karşılaşma fırsatı bile bulamadan- iade edildiğini
biliyoruz. Yayıncılar ve editörler de biliyor ve bu yüzden değeri az kişi
tarafından takdir edilen “iyi”lerin değil “ilgi” çekeceklerin peşinde
koşuyorlar. Özetlediğim durumu iktisattaki “kötü para, iyi parayı kovar”
şeklindeki Gresham Kanunu'na benzetiyorum; yayın dünyasında “kötü” kitap
“iyi” kitabı kovuyor.
Kapitalizmin her şeyi sayılarla tartan mantığı kitap dünyasını da sardı.
Sadece yazar, yayıncı ve okuyucular değil, reklamını -sanki böyle bir
ihtiyaç varmış gibi- etkinlik sayısı ve ziyaretçi çokluğuyla yapan kitap
fuarları da bu kültürü besliyor. Hal böyleyken, iyi kitapla iyi satan
kitabın aynı anlama geldiği bir toplumsal kültürde yetişen genç bir yazarın
“okunuyorum öyleyse varım” şiarını benimsemesinden doğal ne olabilir?
Sonuçta yazarlar okunmayan iyi kitaplar yazmaktansa okunan popüler romanlar
üretmeyi, en azından okunmanın yollarını aramayı, çok satmasalar da medyada
çok görünmeyi tercih ediyor, çok satanları taklit ediyorlar.
Aziz ŞEKER: Küreselleşme olgusu sanat açısından nasıl değerlendirilebilir?
Roman sanatına yansımalarını anlatabilir misiniz?
Ömer TÜRKEŞ: Küreselleşmenin dünyayı küçülttüğü, sınırları kaldırdığı ve
temaları yakınlaştırdığı ortada. Mesela polisiye edebiyatımıza seri
katillerin, korku edebiyatımıza vampirlerin çoğalması çok basit ama gelinen
noktayı özetleyen örnekler. Ancak burada basit bir etkilenmeden söz
edemeyiz. Aslında etkilenme de tek taraflı; kitap endüstrisi gelişmiş
ülkelerden gelişmemişlere doğru bir yayılma söz konusu. Küresel beğeninin
yerelle örtüşmesi, bir kitabın bütün dünyada çok satması, benzerlerinin
yazılması ne bir rastlantı ne de basit bir taklit girişimidir. Çünkü
beğenilerimiz sadece kültürel alan içinde belirlenmezler. Amerikan hayatı
içerisinde üretilmiş bir kitabın/romanın başka bir ülkede geniş okuyucu
topluluğu bulması ve kendisini bir akım düzeyinde başlatması, söz konusu
hayatın tüketimiyle, giyim kuşamıyla, duygu ve düşünce biçimleriyle
küreselleşmesiyle mümkündür. Ve o kitaplardaki hayatlar bilgisayar
oyunlarıyla, sinemayla, Tv dizileriyle çoktan küreselleştiler.
Küreselleşmenin askeri, siyasi, ekonomik ve ideolojik hegemonyası altında
kitap, sinema, Tv programları gibi kültür endüstrisi ürünlerinin de küresel
bir standartla belirlenmesi kaçınılmazdır. Elbette bu standartlara, ülke
kültürünün zenginliği ölçüsünde bir miktar yerel motif de katılacaktır.
Ancak süreç içerisinde yerellik oranının azalacağını ve Holywood sineması
karşısında Yeşilçam’ın düştüğü duruma yayın sektöründe de düşüleceğini
düşünüyorum.
80’lerden önce evrenselliğin çıtasını Dostoyevski gibi, Balzac gibi, Çehov
gibi, klasiklerle çok yükseğe çekiyor ve o çıtayı bir türlü aşamamaktan
şikâyet ediyorduk. Bugün Da Vinci Şifresi ya da Hary Potter serisi
küreselleşmenin simgesi sayılıyorsa eğer, onların çok sattığı/okunduğu bir
ülke olarak küresel beğeni standartlarını nihayet yakalamışız demektir.
Yoksa “artık buralara düşmüşüz” mü demeliydim?
Aziz ŞEKER: Roman yazarı, çağının tanığı olma noktasında 21. yüzyılda bu
gerekliliği yeterince yerine getirebiliyor mu? 20. yüzyılda bu konuda
üzerine düşeni yaptı mı?
Ömer TÜRKEŞ: 20. yüzyılın ikinci yarısına, hatta 60’ların sonuna kadar
yazar, sanatçı ve entelektüellerin dünya üzerinde oynadığı rol önemliydi.
Hayatı değiştiremeseler bile muhalefeti etkiliyebiliyor, vicdanları
uyandırabiliyorlardı. Ancak önemleri 21.yüzyıla girerken sönmeye yüz tuttu.
Sistem imkânlarıyla yazar, sanatçı ve entelektüelleri yavaş yavaş içine
çekti, ehlileştirdi, toplumla bağlarını kopardı.
Başka ülkelerde olduğu gibi, 80'li yıllardan başlayarak, Türkiye'de yazar,
sanatçı ve entelektüeller amatör dergiler, yayınevleri ve üniversitelerden
oluşan eski mekânlarını büyük ölçüde terk edip bunun yerine yüksek ücretli
danışman, yönetici, vs. olarak holdinglere, kitle iletişim araçlarına ve
reklam şirketlerine yerleştiler. Sistemin karşısından sistemin içine doğru
bir göç başladı. Sonuçta entelektüelin/yazarın/edebiyatın son yirmi beş
-otuz yılda erozyona uğradığı değer kaybı üzücüdür. Yazarlık hâlâ gözde bir
uğraş, ama kimseyi korkutmuyor artık. “Hare”sini yitirmedi belki, ama
toplumu etkileme gücünü yitirdi, içi küçülüp çirkinleşene dek boşaltıldı.
Bilinmeyen ya da suskunluk perdesiyle örtülen her şeyi düşünme, kimsenin
söylemeye cesaret edemediği meselelerin üzerine gitme, dış gerçekliğin
bireysel hayatlara yaptığı etkileri dile getirme sorumluluklarının yerini iç
dünyalara nüfuz etme, duygulandırma, heyecan uyandırma becerisi aldı. Bir
zamanlar sınıf farklılıklarından, eşitsizlikten, baskı ve zülümden söz
ettiği için övülürdü cesareti. Şimdilerde mahrem hayatlara dokunduğu ölçüde,
cüretkârlığıyla manşetlere çıkabiliyor ama yazarların toplumsal meseleler
hakkında yüksek sesle konuşmasını hiç kimse beklemiyor, hatta umursamıyor
bile. Bir gözden düşme diyelim buna; bir değer kaybı.
Söz konusu gözden düşmenin en önemli nedeni yazarların toplumsal gerçeklerle
ilgilenmektense kendi hayatlarının sözcülüğüyle yetinmeleridir. 80’lerin,
90’ların ve 2000’li yılların siyasi, ekonomik ve toplumsal olaylarının
edebiyata yansımayışı bundandır. Önce bizzat 12 Eylül’ün şiddetinin ardından
yaşanan kirli savaşın doğuda ve batıda bıraktığı izlerin sürülmemesi, faili
belli cinayetlerin, polis-mafya-siyasetçi-ülkücü faşist birlikteliğinin,
ordunun ve siyasetin bile yargıya götürmek zorunda kaldığı yolsuzlukların,
post-modern darbelerin romana yansımayışı ancak ve ancak yazarların kendi
dünyalarına kapanmış olmalarıyla açıklanabilir. Eleştirilmesi gereken
romanın gerçeklikten kaçışıdır.
Bir zamanlar “Biliyorum” diye haykırdığı için değerliydi yazar, şimdilerde
bilmeyenleri, bilse de söylemeyenleri kimse suçlamıyor. Sorgulanması gereken
budur, yazarın ve romanının her türlü toplumsal zorunluluktan ve
sorumluluktan azat edilmişliğidir, çünkü toplumun ve insanın dış dünyada
karşı karşıya olduğu somut gerçekleri görmeyen ya da görmezden gelen bir
yazarın, o toplum, o insan ve o dünya üzerine yazacak bir şeyi yoktur.
Aziz ŞEKER: Yeryüzünde yaşanan sosyal-ekonomik/çevresel ve daha birçok
sosyal sorunu göz önüne aldığımızda, romanın geleceği ve işlevleri hakkında
nasıl bir öngörüye sahipsiniz?
Ömer TÜRKEŞ: Romana duyulan ilginin değişeceğini düşünmüyorum. Tersine ilgi
ve dolayısıyla yayımlanan roman sayısı artmaya devam edecek. Ama edebiyat
kalitesi yükselecek mi, işte o konuda fazla beklentili olmamalı. Ama
karamsar değilim; bu çeşit ve ürün bolluğunda az da olsa iyi hatta çok iyi
roman okuyacağımıza inanıyorum. Çünkü bütün olumsuzluklara rağmen yazarıyla,
yayımcısıyla, eleştirmeni ve okuyucusuyla edebiyatın kendine özgü direniş
ruhu hâlâ canlı. İyi bir roman yazmayı, iyi kitaplar yayımlamayı ve edebi
haz alarak okumayı sevenlerin arasındaki alışveriş belki kısa vadede değil
ama çok uzak olmayan bir zamanda edebiyat ve popüler kültür ürünü arasındaki
ayrımı netleştirecektir.
Küresel sözcüğünün bu denli sıklıkla kulaklara çalındığı bir dünyada sorunun
yalnızca Türkiye’ye özgü olmadığı açıktır. Dünyanın başka coğrafyalarında da
benzer sorunlar yaşandığını, aydınların konum değiştirmesinin ve toplumsal
meselelere karşı genel bir ilgisizliğin yaygınlaştığını biliyoruz. Buna
karşılık geleneksel değerleri ve koordinatları savunan aydınların kültür
endüstrisi ve yazınsal alanın yeni biçimleri üzerine çözümlemeleri ve çözüm
önerileri sıklıkla çıkıyor karşımıza. Mesela P. Bourdieu’ya göre kültürel
üretim alanlarının işlerliğinin gerçekçi bir çözümlemesi, bir görececiliğe
götürmek şöyle dursun, bizi irrasyonel ve bilim karşıtı bir nihilizm ile
rasyonel ahlakçılık seçeneğini aşıp aklın gerçek bir Realpolitik’ini
önermeye davet ediyor. Gerçekten de eğer mucizeye inanmıyorsak, aklın
ilerlemesini ancak aklın rasyonel bir biçimde kullanımının toplumsal
koşullarının savunulmasına yönelik bir siyasal eylemden, tüm kültür
üreticilerinin sürekli ve alçakgönüllü müdahalelerle, entelektüel etkinliğin
kurumsal temellerini savunma amaçlı bir seferberliğinden geleceği
söylenebilir. Aklın tarihsel köklerini unutarak, aklın davalarını ileri
götürmek için yalnızca aklın gücüne ve akılsal vaaza güvenen ve aklı,
özgürlüğü, onların tarih içerisinde gerçekleşmelerinin koşulu olan siyasal
araçlarla donatmak için siyasal mücadeleye çağrıda bulunmayan her türlü
insan tinini geliştirme tasarısı, hâlâ skolâstik yanılsamanın tutsağıdır.
Belki de Perry Anderson’un vurguladığı gibi “bugün en çok ihtiyacımız olan
şey, Incil’dekine benzeyen sözlerden ziyade Aydınlanma ruhudur”.
Aziz ŞEKER: Teşekkürler Ömer Hocam… |